28 Nisan 2021 Çarşamba

Bereket


Arapça "bereket" kelimesinin masdarı olan "bürûk"un asıl anlamı “devenin bir yerde çöküp durması, orada kalıp beklemesi”dir. Yine "ordunun savaş meydanında yerinden ayrılmayıp tüm unsurlarıyla orada konuşlanması"nı ifade etmek için de bu kelimenin iftiâl babına nakledilmiş formu kullanılır. Bu iki mânaya bağlı olarak "iyi ve hoş karşılanan ilahî hayırların süreklilik arz edişi"ne bereket denilmiştir. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s. 119). Yani bereket bir devenin tüm cüssesiyle bulunduğu yere çöküp orayı kaplaması ya da bir ordunun mevzisini kaybetmemek için var gücüyle hattını tutması gibi malın üzerine çöker (karâr), böylece ondaki bolluk ve devamlığı (lüzûm) sağlar.

Esasen gayr-i müslimlerin ve İslâm'ı gönüllerine tam olarak yerleştiremeyenlerin anlamakta en çok güçlük çektikleri kavramlardan biri bereket kavramıdır. Çünkü bir malın paylaşılınca artması onlara göre aklen izahı mümkün olmayan bir durumdur. Halbuki Müslümanlara göre bunda anlaşılamayacak bir durum yoktur. Çünkü mülkün yegâne sahibi olan Allah, malını O'nun yolunda harcayanlara harcadıklarını katlayarak vereceğini haber vermektedir (Bakara 2/ 261). Bu durumda harcanan mal aslında eksilmeyecek, bilakis artacaktır.

Hal böyleyken haram maldan da bereket çekilir. Bu yüzden sûreten çok görünen nice mallar vardır ki bir gecede yok olup gider. Yahut bir türlü sahibini mutlu edemez, başına türlü işler açar. Ehl-i sünnetin en önemli tefsirlerinden biri olan "Medârikü't tenzîl ve hakâiku't te'vîl" adlı eserin sahibi İmam Nesefî bu meyanda yahudilerin "haram yiyen" kişiler olarak tavsif edildiği Mâide suresi 42. ayeti açıklarken "suht (haram)" kelimesinin üzerinde durarak şöyle diyor: "Suht kazanılması haram olan her şeye denir. Ayrıca bu kelimede 'bir şeyin kökünü kazıyıp yok etmek' manası vardır ki bu da haram kazancın maldaki bereketi silip yok ettiğine işarettir." (Nesefî, Medârikü't-tenzîl, c. 1, s. 448)

Bu açıdan haram yollardan elde edilen kazançla zengin ve mutlu olmayı beklemek boşunadır. Çünkü böyle kazanılan malın bereketi olmayacağından günden güne miktarı azalacak, bununla birlikte sahibinin günah yükü artacaktır. Böyle malların hesabı dünyada sorulmayacaksa ahirette muhakkak sorulacaktır. Bu yüzden malımızın bereketli olmasını, az bir miktarın çok iş görmesini, tüketenlere şifa olmasını istiyorsak öncelikle onu helal yollardan kazanmalı, sonra belirlenen ölçülerde zekâtını vererek tüm kirlerden arındırmalıyız. Aklımızdan çıkarmamalıyız ki bir malın sahibini ardındırabilmesi için önce kendisinin haramlardan arınmış, temiz bir mal olması gerekecektir.

"Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, her başağında yüz tanenin bulunduğu yedi adet başak çıkaran bir tohum tanesi gibidir. Allah dilediğine katlayarak verir, Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir." (Bakara 2/ 261)

26 Nisan 2021 Pazartesi

Kalbin Cilası


Kalp değişken yapısı itibariyle sevdiğini anar, andığını sever. Yani dilinizde neyin zikri varsa kalbiniz ona meyleder, dâim onu zikreder. Buna göre diliniz "Allah" diyorsa kalbiniz de "Allah" diyecektir. Fakat diliniz sürekli dünyalık şeylerden bahsediyorsa kalbiniz de dünyaya yönelecektir, onu sevecektir, değişecektir. Bu yüzden günlük konuşmalarımızda neleri konu edindiğimize oldukça dikkat etmeliyiz. Zira kalbin olumlu yöndeki her değişimi faydamıza olacakken bozulup kararması da zararımıza olacaktır. Çünkü beden ülkesinin sultanı kalptir ve bedenin madden ve mânen selâmeti bu organın selâmetine bağlanmıştır (Buhârî, Îmân, 39). Bu açıdan ancak kalbimizi mâsivâdan (Allah'tan gayrı her şey) arındırıp pîr u pâk edebildiğimiz oranda kaliteli bir mümin olabiliriz.

İşte tüm bunlardan dolayı yıl boyunca kararan kalplerimizi zikir (Kur'ân) ayı Ramazan'da her biri bir başka zikir olan ibadetleri titizlikle ifa ederek zikrullâh cilasıyla parlatıp güzelleştirmeliyiz. Bu ayın gündüz ve gecelerini kalp tezkiyesi için bir fırsat olarak görmeli, gaflet içinde geçirmemeliyiz. Hz. Yunus Emre'nin söylediği gibi:

"Geceler uykudan uyan, gizli sırlar olsun ayan.
Mahrum olmaz Allah diyen, yalvar kul Allah'a yalvar."

"Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında O’na secde et ve uzun gece boyunca O’nu tesbih et." (İnsân 76/ 25-26)

24 Nisan 2021 Cumartesi

Eğri Ağacın Doğru Gölgesi Olmaz


Çocuklarımız maddî manevî bizim özelliklerimizi taşıdıkları, belli bir yaşa kadar bizi taklit ettikleri için bizim gölgelerimiz gibidir. Gölgenin şekli de sahibinin şekline göredir. Bu noktada büyüklerin "eğri ağacın doğru gölgesi olmaz" demeleri çok büyük anlam kazanıyor. Bu şu demek: Ne kadar konuşursanız, anlatırsanız anlatın, siz ne iseniz sizin gölgeniz, yansımanız olan çocuğunuz da en fazla o olacaktır. Bunun bilincinde olan bir annenin/ babanın yanlış davranışlar sergilememesi gereklidir.

Mesela elinde dumanı tüten bir sigarayla oğluna "bunu sakın içme, kötü bir şey bu" diye nasihat eden bir babanın sözü çocuk üzerinde çok tesirli olmaz. Ya da "benim işlerim çok ama sen namazlarını hep kıl" diyen fakat namazlarda problemi olan bir annenin çocuğu da namazla aynı problemi yaşayacaktır. Çocuğa "sakın yalan söyleme" deyip ilk fırsatta yalan söylemek, "küfürlü konuşma" deyip ilk gerginlik anında küfürlü konuşmak da böyledir.

Öyleyse gölgelerimizin doğru olması için önce kendimizi doğrultmamız getektiğini unutmayalım. Gölgenin sahibini düzeltmek yerine gölgeyi düzeltmeye çalışmak beyhûde bir çabadır. Bunun için de söylediklerimizle yaşadıklarımız birbiriyle uyuşmalı. Zira bunun aksi büyük günahtır.

"Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır." (Sâf 61/ 2-3)

İcâbet Vakti Gece


Ramazan-ı şerifte ihtimam gösterilmesi gereken konulardan bir tanesi de gece ibadetlerine ağırlık vermektir. Zira zaten icâbet vakti olan geceler (Gecenin dua kabul vakti olduğuyla ilgili hadis için bkz: Müslim, Müsâfirîn, 169) Ramazan'ın -özellikle son 10 gününün- tek gecelerinde Kadir gecesinin gizlenmiş olmasıyla (Buhârî, Fazlü leyleti’l-Kadr, 2-3) daha da değer kazanmaktadır. Bu yönüyle Ramazan geceleri bir türlü kabul olmayan duaların, giderilemeyen ihtiyaçların, bertaraf olmayan sıkıntıların, yoluna konamayan işlerin dergâh-ı ilâhîye arzı için eşi benzeri bulunmaz bir kıymete sahiptir.

Bu yüzden Ramazan boyunca ertesi sabah erken kalkmak zorunda değilsek ya da hiç değilse hafta sonları sahura kadar uyumamalı, uyanık geçirilen bu vakti de okumalarla, tesbihâtla, teheccüdle, gözyaşlarıyla, yalvarış ve yakarışlarla nurlandırmalıyız.

Aşk eri Mevlânâ hazretleri bir beyitinde gecenin kıymetiyle ilgili şöyle diyor:

"Dursun gece ey Dost, onu durdur ne olursun!
Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar!
Varamaz gecenin farkına, varamaz uyuyanlar!"

“(O müt­ta­kî­ler) ge­ce­le­ri pek az uyur­lar, se­her va­kit­le­rin­de de is­tiğ­fâ­ra de­vam eder­ler­di.” (Zâ­ri­yât, 51/ 17-18)

İbnü'l Vakt Olmak


Gün geçtikçe beklemenin ne kadar fuzûlî bir şey olduğunu daha iyi anlıyor insan. Bir şeyleri beklerken o esnada yaşanması gerekenleri kaçırıyor olmak çok üzücü çünkü. Beklenen elbet nasip olacaksa gelecek, ama kıymeti bilinemeden geçip giden bir daha geriye gelmiyor. Bu bazen yitip giden yıllar oluyor, bazen bir insan veya başka bir şey.

Bu durumda en iyisi ânı kaçırmamak, büyüklerin tabiriyle "ibnü'l vakt (bu ânın insanı)" olmak. Yani geriye gelmesi mümkün olmayan dünde kalmamak, varılıp varılamayacağı meçhul olan gelecek kaygısıyla da yanıp tutuşmamak, bu ânda olmak. "Dem bu demdir", bize bir şeyler yapma fırsatı sunan tek ân bu ândır.

"Geç geçenden, ibnü'l vakt ol, gözle hâl,
Çekme ferdâ (yarın) kaygusun, ferdâya sal."

Kiminin Bahçesine Bahar Gelmiyor, Kiminin Bir Bahçesi Yok


Türlü türlü dertlerimiz var. Öyle ki onları düşünmekten elimizdeki nimetlerin kıymetini bir türlü bilemiyoruz. Uzaktaki dostu özlemekten yanımızdakinin yüzüne bakamıyoruz, bir ev sahibi olmaya çalışırken kirada oturmanın da büyük bir nimet olduğunu unutuyoruz, çocuğumuz o liseye giremediğinde kızarken aslında sağlıklı, dokunabildiğimiz, anlaşabildiğimiz, kötü alışkanlıklardan uzak bir çocuğumuz olduğunu ve bunun çoklarına nasip olmadığını kaçırıyoruz. Tıpkı yazı beklerken baharda açan çiçekleri temaşâ etmeyi kaçırdığımız gibi, tıpkı artık bir arabaya binmeyi arzularken kimseden yardım almadan, düzgünce yürüyebilmenin ne kadar büyük bir imkân olduğunu kaçırdığımız gibi.

Yani uzun lafın kısası kiminin bahçesine bahar gelmiyor, kiminin bir bahçesi yok. Evet, baharı bekleyelim ama bu dünyada bahar gelse bile açacak bir bahçesi olmayanların bulunduğunu da aklımızdan çıkarmadan bekleyelim. Daha fazlası için çalışırken zaten pek çok nimete mâlik olduğumuzu ve bunlardan dolayı oluşan şükür sorumluluğumuzu zihnimizin bir köşesine yerleştirelim. Böylece daima gayretimize şükrümüz eşlik etsin.

"Şüphesiz biz insana doğru yolu gösterdik. Artık o isterse şükreden olur, isterse de nankör." (İnsân 76/3)

İslâm Dolu Hatıralar


İslâm'ın bizden istediklerini uygulanması gereken salt kanunlar bütünü olarak değerlendiremeyiz. Çünkü İslâm onu yaşarken aynı zamanda bize bir şeyler hissettirmek, zihnimizin ardında güzel hatıralar bırakmak da istiyor. Gerçekten meşakkatli olan bu dünya hayatında insanı ancak ardına baktığında bulduğu güzel hatıralar ayakta tutabiliyor.

Mesela zamanla düşünce dünyalarına hangi dinî, siyâsî, ictimâî fikirler hâkim olursa olsun, üzerinden kaç yıl geçerse geçsin, bir kez olsun Ramazan'ı birlikte geçiren bir ailenin fertleri bu esenlik dolu ayda yaşadıklarını asla unutamayacak, gönül hafızalarından silemeyeceklerdir. Söz gelimi çocuklarını binbir şefkatle sahura kaldıran bir baba, saçlarında dolaşan sıcak bir elle kendini yarı uyur, yarı uyanık sahur sofrasında bulan bir çocuk ve onlar için özenle hazırlık yapan, böylece alıp verdiği her nefeste hayır, hasenât hanesini daha da dolduran bir anne, bu anılarını bir daha unutamayacak ya da hiç değilse ileride kalplerinin üzerindeki ipek bir tül gibi hissedeceklerdir; öylesine zarif, öylesine yumuşak ve güzel. Hem sonra okunan mukabelelerde bizi saran o huzur ve sekinet hali, teravihlerde Resûl-i Müctebâya (s.a.s) özlemle getirilen salât ü selâmlar, aralarda yanık sesli müezzinlerin geçtiği kasideler, iftara gelen komşularla meleklerin evimize altın tepsiler içinde getirip boşalttıkları bereketi de hiçbirimiz aklımızdan kolay kolay çıkaramayacağız.

Bu yüzden ailemize kalıcı bir iyilik yapmak istiyorsak onlara İslâm dolu hatıralar bırakmalıyız. Bu sayede gönülleri baştan başa güzellik olan, rabbimizin bizim için beğenip seçtiği İslâm'a rapt olacak, ondan bir daha kopamayacaktır.

“İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Mâide 5/3)

Senin Dünyan Hangisi?


İnsan pek aceleci olduğundan (İsrâ 17/11) sonraki hayatta (âhiret) kavuşacağı nice güzellikleri önceki hayatında (dünyâ) yaptığı hatalarla kaçırır. Bazen pek oyalanmaması gereken şeyler onu haddinden fazla oyalar, tutsak eder ve Allah'ı anmaktan alıkoyar. Hz. Ali'ye (r.a) nispet edilen bir sözde şöyle denmiştir: "Küllü mâ elhâke an mevlâke fehüve dünyâke". Yani "Seni Allah'ı anmaktan alıkoyan her şey senin dünyandır."

Buna göre dünya, yalnızca maddî anlamda üzerinde yaşadığımız gezegeni ya da ahiretten önceki durağımızı ifade etmekten öte bizi zikrullahtan alıkoyan her şey anlamına gelmektedir. Bu yönüyle kimi için dünya maldır, paradır. Kimi için elindeki telefondur, kötü bir arkadaştır, peşinden koştuğu makamlardır. Kimi için de çoluk-çocuktur. Bunlar ve daha pek çoğu eğer süsleriyle bizi kandırıp tutsak ediyorlarsa, bize âhireti unutturuyorlarsa, dikkat edelim; onlar artık bizim dünyamız olmuşlardır.

Öyleyse işe öncelikle dünyamızı tanımakla başlamalı, sonra da mâsivâdan geçip vâsıl-ı ilallâh olabilmenin yollarını aramalıyız. Çünkü burası yalnızca bir mürûrgâh (gelip geçme yeri), âhiret ise dâru'l karârdır (kalıcı yurt).

"Ey kavmim! Bu dünya hayatı geçici bir yararlanmadan ibarettir; Âhirete gelince, ebedîlik yurdu işte orasıdır." (Mü'min 40/ 39)

Ramazan Yazıları


Allahım, bu hilâli bize emniyet ve imân, selâmet ve İslâm hilâli kıl.
"Ey hilâl! Benim rabbim de senin rabbin de Allah'tır." (Tirmizî, Duâ, 50)

Haydi Ramazan'a merhabâ diyelim!
Nûr ile doldu yine kevn-ü mekân,
Geldi hoş lûtfiyle şehr-i Ramazân!
Merhabâ yâ şehr-i sıyâm merhabâ!
Müştâk olup beklediğim şehr-i Ramazân merhabâ! 
Onbir ayın sultânı değil misin, merhabâ!
Esselâmü aleyke yâ şehr el lutf-i ve'l ihsân!
"İndi kuşlar gökyüzünden müjdeye,
Bu sabah hüzzamdan okundu ezan.
Aksetti ilahi sesler derinde,
Bir bitmez bereket beraberinde,
Yurda burcu burcu geldi Ramazan!"

...

Bu böyledir dostlar, kimine neş'e, sevinç getirir Ramazan; gamını, kederini söker alır sinesinden, kanat taksalar pır pır uçacak küçük serçeler gibi yapar onu, kimine de öyle gelir geçer işte, sıradan bir ay gibi.
Bu arada binbir güzellikle gelen, bize güzellikler getiren üç ayların ilk ikisi Recep ve Şaban artık bırakıyor bizi. Onları da unutmayalım lütfen. Biz onlardan razıydık, inşallah onlar da bizden razı gitmişlerdir. Allah tekrar kavuşmayı nasip eylesin. Biz Efendimiz'in (s.a.s) bu aylara girerken yaptığı duayı hala mırıldanmaya devam edelim namazların ardından. Zira son kısmının tecellisine halen muhtâcız. Bu kadar yaklaştık fakat halen Ramazan'a kavuşamayabiliriz. Şöyle dua ediyordu Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.s): "Allah'ım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259).

Şimdi Ramazan'a giriyoruz. Allah tertemiz çıkanlardan eylesin bizleri. İlk oruçlarını tutacak tertemiz yürekler hürmetine affetsin bizleri. "Kabul et lütfen Allah'ım, ilk oruçlar hatırına!"

...

Ramazan boyunca hiçbir hareketlilik istemiyorum. İnşallah memlekette dikkat çekici gündemler olmaz, kimse kimseyle tartışmaz, kimse Müslümanların ibadetlerine karışmaz. Dingin bir Ramazan istiyorum. Duru, berrak bir su gibi.

Biz de yaşıyoruz bu ülkede. Lütfen birbirinize edeceğiniz küfürler, beş para etmez dünyalıklar için birbirinize atacağınız iftiralar, söyleyeceğiniz yalanlar, kafa ütülemeler, tantanalar için Ramazan sonrasını bekleyin. Birbirinizi Ramazan'dan sonra yeyin. Bizi tartışmalarınıza dahil etmeyin.

Yani lütfen "Ramazan-ı şerif için bir aylık saygı susuşu."
...

Teravihleri evde tastamam kılmak başlı başına bir imtihan. Maalesef Ramazan bittiğinde pek çoğumuz teravihlerimizin eksik olduğunu göreceğiz. Bunun için Ramazan boyunca yatsı namazını ezanla birlikte hemen kılmalı, peşinden hiç beklemeden teravih namazını edâ etmeliyiz. Yoksa teravihi gecenin ilerleyen saatlerine ertelersek günün yorgunluğu ve iftarla gelen o gevşeme hali bize galip gelecektir.

Aralarda ev halkıyla Efendimiz'e (s.a.s) Itrî'nin bestelediği şekliyle salâtü selâm getirmeyi de unutmayalım. O beste pek güzel oluyor. Hem sonra biliyorsunuz ki Hz. Peygamber'e kıyamet günü yakın olabilmek için O'nu (s.a.s) bol bol anmamız gerekiyor.

“Kıyâmet günü insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirenidir.” (Tirmizî, Vitir, 21/484)

Kabir Ziyareti


Sıklıkla kabristan ziyareti yapmak lazım. Evet, oturduğumuz yerden okuduklarımız da geçmişlerimize ulaşıyor ammâ bir sevdiğiniz kişi tarafından bizzat ziyaret edilmeniz var bir de size uzaktan selam göndermesi. Hangisi daha hoşunuza gider? Ziyaretlerde onlarla konuşabilirsiniz ayrıca. Zira bizi duyuyorlar.

Efendimiz de (s.a.s) kabir ashâbıyla konuşurdu. O (s.a.s) mezarlıkları ziyaret ettiğinde şöyle derdi: "Selâm size, ey müminler diyârının sâkinleri! İnşallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allah’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Tahâret, 39; Cenâiz, 104), “Selâm size, ey bu kabirlerde yatanlar! Allah bizi de sizi de bağışlasın. Siz bizden önce gittiniz. Biz de peşinizden geleceğiz.” (Tirmizî, Cenâiz 59)

Hocam Seninle Bir Riyâzu's-sâlihîn Bitirelim

Biri çıkıp "şunlar haram, bunlar da helal, haydi bakalım!" dediğinde her şeyin birkaç hafta içerisinde çözüleceğini zannediyoruz ve ısrarla din görevlilerini bu yönde konuşmaya zorluyoruz. Böyle olmamalı. Bu kolaycılıktan başka bir şey değildir. Çünkü Müslümanlar birkaç haftada bu hale gelmediler ki birkaç haftada, birkaç cümleyle düzeliversinler.
Bunun yerine herkes üzerine düşen görevi "uzun yıllar boyunca" bıkmadan, usanmadan yapmalı, sorumlu olduğu insanları ısrarla ilmek ilmek işlemeli. Neyin helal, neyin haram olduğu bilgisiyle, bunun her ortamda cesaretle söylenmesiyle her şey anında düzelecek olsaydı Hz. Peygamber (s.a.s) 23 sene bu işin çilesini çekmezdi değil mi? Dolayısıyla çile çekilecek, dosta, arkadaşa, komşuya, öğrenciye, hanıma, çocuğa bu din yıllar boyunca hem anlatılacak hem de yaşanarak örnek olunacak.

O yüzden kimseyi "haydi konuş, haydi şunu da söyle!" diye cesaretlendirmeyelim boşuna. Üç-beş kişiden böyle teklif alanlar da hemen uçuvermesinler. Eğer gerçekten samimiysek en kısa zamanda bir hocaya gidip "hocam seninle bir ilmihal, bir Riyâzu'ssalihîn bitirelim" diyelim. Bu hem bizi hem de halinden yakındığımız toplumu daha temelli bir şekilde dönüştürür. Uzun lafın kısası; keşke öyle olsaydı ama insan yetiştirmek, toplumu dönüştürmek öyle basit ve kısa zamanda olabilecek şeyler değil dostlar. Böyle şeyler yıllar, yıllar, yıllar istiyor...

Nimetler ve İnsan


Ciğerimize dolan tertemiz hava, içimi tatlı sular, gönül açıcı doğa manzaları; şırıl şırıl akan ırmaklar, göller, uçsuz bucaksız deniz ve okyanuslar, yemyeşil ormanlar, kupkuru çöller, üzerine farklı tohumlar ekip suladığımızda bize tadına doyamadığımız çeşit çeşit mahsulleri olgunlaştırıp ikram eden, sonra öldüğümüzde bizi şefkatle saran kara toprak, mevsim meyveleri, çeşitli sebzeler, bunların yetişmesi için her gün tam vaktinde doğup batan güneş, Nisan yağmurları, gece semayı süsleyen ay ve yıldızlar, gül goncası, kuş cıvıltısı, bülbül ötüşleri, çocuk gülüşleri, annelerimiz, birbirimizi sevme kabiliyetine sahip kalplerimiz...
Bunlar ve çok daha fazlası Allah'ın bizlere bahşettiği nimetlerden sadece bazıları. O kadar çoklar ki saymaya muktedir olamıyoruz. Fakat nankörlük etmeye gelince de bizi hiç kimse geçemiyor o konuda. Ne acı!

"O Allah size istediğiniz her şeyi verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Şu bir gerçek ki insanoğlu çok zalim, çok nankördür!" (İbrâhim 14/ 34)

Bağımıza Bir Bülbül Geldi Kargadan Kurtulduk


Mümin kendisini ilgilendirmeyen diyaloglara girmekten, anlamsız çekişmelerle kendini tüketmekten kaçınmalıdır. Zira bu tür davranışlar zamanla toplumda huzursuzluğun baş göstermesine yol açar. Bunun yerine kendi meşguliyetlerine odaklanmalı, bu dünya sürgününden en kârlı şekilde çıkmanın gayretinde olmalıdır. Böyle yapanlar çevrelerinde sevilen, aranan, örnek mümin olmayı başaran kişiler olacaklardır. Diğerleri ise çevrelerine zarar verdikleri için insanları varlıklarıyla rahatsız eden, herkesin uzaklaşmak istediği kişiler olarak kalacaklardır.

Girdiğimiz her ortamda bir mümin olarak örnek yaşantımızla insanların sevgisini kazanmalı, böylece onları bu gibi kötü huylu kimselere muhabbet duymaktan, onları örnek almaktan alıkoymalıyız. Öyle ki insanlar bizi görüp önceki kötü ahlaklı kimselerle kıyas ettiklerinde "bağımıza bir bülbül geldi, kargadan kurtulduk" demeliler. Bu da ancak toplumu birbirine düşüren, faydasız uğraşları terk edip yararlı işlere yönelmekle mümkün olabilecektir. Unutmayalım, bu çağın insanı en çok güzel örnek görmeye muhtaç.

"(Kurtuluşa erecek olan o müminler) Anlamsız, yararsız söz ve davranışlardan uzak dururlar." (Mü'minûn 40/ 3)

Kavl-i leyyin


Görünüşte dünyalar tatlısı, fakat yürekleri katran karası olan ve özellikle gençlerimizi süslü sözleri, tatlı dilleriyle kandırmaya çalışan insanların bulunduğu bir dünyada kavl-i leyyini (yumuşak, tatlı konuşmak) hiç kimseye bırakamayız.

Merhum Zahid Kotku'lar, Esat Coşan'lar, Tahir Büyükkörükçü'ler, Cevat Akşit'ler (Allah cemî cümlesinden razı olsun) bu işi tatlı-sert bir üslup tutturarak çok güzel başardılar. Ne büsbütün tavizkâr, ne de insanı nefret ettiren bir söylem sahibi oldular ve arkalarında kendileri gibi hoşsohbet, bağrı yanık, güzel Müslümanlar bıraktılar. Allah bizi onlara benzetsin. Yerlerini doldurabilecek âlimler, gönül insanları yetiştirebilmeye bizleri muvaffak kılsın.

"(Ey Musa! Sen ve kardeşin Hârun) İkiniz beraber Firavun’a gidin, çünkü o sınırı çok aştı. Ama yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslûpla söyleyin. Ola ki (böyle yaparsanız) aklını başına toplar veya içine bir korku düşer.” (Tâhâ 20/ 43-44)

Hâlis bal



İnsanın girişeceği bir işte bütün ihtimalleri tek başına önceden görüp değerlendirebilmesi, faydasına ve yararına olacak şeylerin takdirini kimseye danışmadan tastamam yapabilmesi aklî istidâdının çok üzerinde bir husustur. Bu sebeple insan gerek yeni bir başlangıç yaparken gerekse de önemli bir karar alırken önce çevresiyle istişâre etmeli, büyüklerine, tecrübe ve ilim sahiplerine danışmalı, sonra yapacağını yapmalıdır. İslâm'ın emri (Âl-i İmrân 3/159) ve sünnete uygun olan budur (Tirmizî, Cihâd, 34).

İstişâre ve müşâvere kelimeleri terim anlamları itibariyle "ehline danışıp görüşmek", "fikir alışverişinde bulunmak" manalarına geldikleri gibi kelime anlamları itibariyle de "arı kovanından bal almak" manasına gelmektedirler (Cevherî, es-Sıhâh tâcü'l lüğa, Dâru'l fikr, 1972, c. 3, s. 226-227). Dolayısıyla istişârenin bu anlamında şöyle bir çağrışım vardır: İstişare eden kötü sonuç ve pişmanlıktan korunup birçok görüş, seçenek ve alternatiften bal gibi en saf, en hâlis, en faydalı olan kanaati elde etmeye muvaffak olur. Konuya ilişkin bir beyitte şöyle denmektedir:

"Meşveretsiz kim ki bir iş işleye, şol nedâmet parmağın çok dişleye." Yani kim istişâresiz bir iş yapmaya kalkarsa pişmanlıktan dolayı çok parmağını ısırır ama iş işten geçtikten sonra bunun bir faydası olmaz.
"(O mü'min kullar ki) Rablerinin çağrısına uyarlar, namazı özenle kılarlar. İşleri aralarındaki danışma (istişâre) ile yürür. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da başkaları için harcarlar." (eş-Şûrâ 42/38)

4 Nisan 2021 Pazar

Tebliğde Takdir Faktörünü Iskalamamak


Elimizden geleni yaptıktan bir cümle dökülür genelde dilimizden "bundan sonrası artık takdir-i ilâhî". Bu bir cümle bize düşenin kendi görevlerimizi yapmak olduğunu, âkıbetimiz hakkındaki nihâî tasarruf yetkisinin ise yalnız ve yalnız Allah'a ait olduğunu öğütleyerek muhtemel tüm sonuçlara hazırlar bizi. Böylece biliriz ki hükmü verecek olan O'dur, doğacak sonuçlarla ilgili kendimizi boşa yıpratmaya hacet yoktur.

Tebliğde de böyle bir metod takip etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Çünkü "Bize düşen ancak açıkça tebliğ etmektir." (Yâsîn 36/ 17). Bundan sonrası tebliğ edilenin vazifesidir. Dilerse nasihati tutar, amel eder, dilerse de etmez ve ahiretteki cezayı göze alır.

Yûnus suresi 99-109. ayetler bu açıdan üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken ayetlerdendir. Bu kısımda özetle hidâyet ve dalâletin Allah'ın yed-i kudretinde olduğu, biz ne yaparsak yapalım Allah dilemedikçe hiç kimsenin imana gelemeyeceği, böyle kimselerin zaten yerde ve gökteki apaçık ayetlere baksalar bile (yaptıkları fenalıklardan dolayı) Allah'ın yüceliğini kavrayıp iman edemeyecekleri anlatılır. İşte böyle inkârcılara karşı son söz olarak da özetle "Ben mü'minlerden olmakla emrolundum, size uyamam. Aman siz de müşrik olmayın! Size bir fayda ya da zarar veremeyen şeylere tapmayın! Yoksa zalimlerden olursunuz." denmesi tavsiye edilir.

Bugün dünyada "Pastafaryanizm" adında bir inanç olduğu ve bu inanç sahiplerinin uçan spagettiye taptıkları düşünülürse şayet, hidâyet işinin kul işi değil Allah işi olduğu yakînen anlaşılacaktır. Öyleyse biz üzerimize düşeni yapalım, insanların seçimleri hakkında tasa etmeden dini lâyık-ı veçhile güzelce anlatıp yaşayarak örnek olalım ve son kertede de "takdir-i ilâhî" faktörünü ıskalamayalım. Yoksa "neden bu insanlar hala iman etmiyor" diye kendimizi paralar dururuz. 

"De ki: 'Ey insanlar! Eğer benim dinim hakkında şüpheniz varsa bilin ki ben sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınıza tapmam. Ben ancak, sizin hayatınızı sona erdirecek olan Allah’a kulluk ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi. Ve bana 'Yüzünü hak dine çevir, sakın müşriklerden olma!' buyuruldu. Allah’ı bırakıp sana yararı da zararı da olmayan varlıklara tapma. Bunu yaparsan, kuşkusuz kendine yazık edenlerden olursun!" (Yûnus 10/ 104-106)