28 Haziran 2021 Pazartesi

Saygı


Saygı. Pek çok ahlâksızlığın, sapıklığın, toplumun değerleriyle bağdaşmayan problemli durumların potasında eriyip kaybolduğu o tılsımlı kelime.

Dostlar; herkese, her şeye saygı duymak yok İslâm'da. Bu popülist, uyduruk bir tavır. Müslüman toplumu ifsâd edecek bir günahla karşılaştığında o günahın sahibine güzel bir üslûpla hakkı, doğru yolu tavsiye eder, böylece onu yürüdüğü yanlış yoldan dönmeye davet eder. İçinde bulunduğumuz durumda müslümanlar olarak bu görevimizi çoktan unutmuş görünüyoruz ve olur olmaz her şeye saygı duymayı erdem zannediyoruz ki ne acı! Böyle giderse yarın öbür gün mesela bir hırsız da "o kadar emek veriyoruz, tasvip etmiyorsanız bile bari saygı gösterin bize!" diyebilir. Bu normal bir talep olur mu sizce? İşte bugün bazı sapkın grupların kendilerine saygı duyulmasını beklemelerinin bundan farklı bir yanı yok. Öte yandan bizden böyle her konuda saygı bekleyenlerin bir müslümanın "bu İslâm'a aykırı, değerlerimizle bağdaşmıyor!" feryâdına saygı göstermemeleri ve susturmak için her şeyi yapmaları da başka bir garâbet. 

Hâsılı birileri bizi çağ dışı ilan etse de, kınasa da İslâm'ın reddettiğini reddetmekten, İslâm'ın iğrendiğinden iğrenmekten, İslâm'ın sevdiğini sevmekten çekinmemeliyiz. İmanın tadını ancak bu şekilde alabiliriz.

Zaten sizce de zaman zaman bu kirli çağın dışında olmak, içinde olmaktan daha iyi değil mi?

"İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i İmrân 3/ 104)

26 Haziran 2021 Cumartesi

Cevat Akşit Hoca Seyahatnamesi


Cevat Akşit hocanın Amerika'dan Çin'e gezmediği yer yok. Konuşmalarında dolaştığı yerlerle ilgili anılarını sıklıkla anlatıyor. Düzenlediği sohbetlere, yayımlarına, diğer uğraşlarına bakınca insan hakikaten tüm bunları nasıl yapmış diye şaşırıp kalıyor. Fakat bu başka bir konu. Ben asıl şunu sormak istiyorum: Acaba hocanın kendi şahsi seyahat notları var mı? Eğer yoksa çevresinde hocayı konuşturup anlattıklarını bir seyahatname şeklinde yayımlayacak biri yok mu? Zira böyle zatların dünyayı okuma şekilleri her zaman farklı ve ilgi çekici olur.

Bildiğiniz gibi Cevat Akşit hocanın alanı fıkıh. Fıkıh bilgisine itibar konusunda tartışmalar olsa da meşhur seyyah İbn Battûta da (ö. 770/1368-69) bir fakihti ve seyahatnamesine değer katan hususlardan biri de onun bu özelliğidir. Bu açıdan Cevat Akşit hocanın seyahatnamesi fakih bir İslâm âliminin gözlemlerini yansıtacağı için çok kıymetli olacaktır.

Allah uzun ömürler versin, hoca şu anda 83 yaşında. Keşke bir âlimin kıymetini de ölmeden bilebilsek ve sağlığında böyle bir çalışma yapılıp bir an evvel yayımlansa...

20 Haziran 2021 Pazar

Her Suâle Cevap Verilmez


Seviyesinin ne olduğuna bakmaksızın herkese her konuda cevap yetiştirmeye çalışanlara hem şaşıyorum hem de üzülüyorum. İmam-ı Gazâlî'nin söylediği gibi "Her suâle cevap vermeye çalışmak cinnettir."

Böylelerine şaşıyorum çünkü bu kadar boş vakti nereden bulduklarını gerçekten merak ediyorum. Üzülüyorum çünkü bu durum ilmin izzetini zedeliyor ve ilmin zâyi olmasına yol açıyor.

Gerçekten merak edip samimâne öğrenmek isteyene elbette cevap verilir. Fakat baştan meselelere müstehzî ve iflah olmaz bir inkarcılıkla yaklaşanlara laf anlatmaya kalkışmak zaman israfından başka bir şey değildir. Çünkü bu kişiler ilmin muhatabı olmayı hak edememişlerdir.

"İlmi ehli olmayanlara anlatmak onu zayi etmektir." (Dârimî, Sünen, 648)

"Rahmân’ın has kulları yeryüzünde vakarla yürürler. Cahiller onlara laf attığı zaman, “selâm” deyip geçerler." (Furkân 25/ 63)

Bizi İnşa Eden Hikâyeler


Balıklıgöl ziyaretimizde Ömer'e olanları anlatırken etrafımıza toplanan birkaç çocuk daha o gün şu hikâyeyi dinlemişlerdi benden:

"Biliyor musunuz çocuklar, vaktiyle burada bir iyi bir de kötü adam yaşarmış. İyi adamın ismi İbrahim peygambermiş. Kötü adamın adı da Nemrud. İbrahim peygamber insanları bir olan Allah'a kulluk etmeye, Nemrud da kendine kulluk etmeye çağırırmış. Bir gün Nemrud İbrahim peygambere çok kızmış ve onu ateşe atacağını söylemiş. 'Ateşe mi? Ama yanar!' Evet ateşe. Sabırsızlanmayın bakalım. Sonra Nemrud adamlarına emir vermiş ve İbrâhim peygamberi mancınığa koydurtmuş. Ardından şu karşı tepeden buraya piiiuuuvv diye fırlatmış. İbrahim peygamber ateşe düşmüş. (Çocukların gözleri fal taşı gibi açılıyor) 'Yanmış mı?' Hayır, yanmamış. Allah tam o esnada ateşe 'ey ateş! soğuk ve selâmetli ol, İbrâhim'i yakma' demiş. Bu emir üzerine ateş gül bahçesi ve serin bir su olmuş, odunlar da balık olmuş. Yani her şeye rağmen Allah'a kul olur, başkasından korkmazsak Allah ateşi gül eder, sıcağı soğuk eder ve bize hep yardım eder. 'Peki kötü adam ne demiş? Nasıl yani, nasıl kurtuldun sen! dememiş mi?'..."


Böyle uzayıp gitti konuşmamız. Hz. Eyyûb'un sabrını da dinlediler ayrıca. Diğer tüm güzelliklerinin yanında sırf bu hikâyeleri yerinde öğrenebilmeleri için bile çocuklar Urfa'ya getirilmeli. Böyle önemli mekânlar gezdirilirken de oraya anlam katan şahsiyetlerden ilgilerini çekecek şekilde onlara muhakkak bahsedilmeli.

Bu hikâyeler zamanla onların kişiliklerini inşa edecek.

19 Haziran 2021 Cumartesi

Cuma Hassasiyeti


Cuma vaazı esnasında ezan okunmaya başladığı anda bir önümdeki notlara bakıyorum; daha yarıya bile gelememişim, bir de kendime şu soruları soruyorum:

1.Şimdi kuracağım hangi cümle ezan-ı Muhammedî'den daha önemli olabilir?
2.Sözü uzatırsam söyleyeceklerim belki o esnada ıstırap çeken ya da işine yetişme telaşında olan birine vereceğim eziyete değer mi?

Ve ezan başlayınca çok istisnâî durumlar haricinde cemaati ezanla baş başa bırakıyorum. Çünkü çoğu sadece Cuma günleri ezanı caminin içinde, gönül huzuruyla dinleyerek onu tam manasıyla hissedebilme fırsatını yakalayabiliyor. Buna ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Hem sonra hamd olsun ezanlarımız da çok güzel okunuyor.

Ben bu hassasiyetimle üzerime düşeni yaptığımı düşünüyorum. Ancak cemaatimizden de en azından Cuma vaazını dinlemek amacıyla camilerimize daha erken gelmelerini bekliyorum. Böylece hem söylenecek sözler yarım kalmaz hem de işittikleri yanlarına kâr kalır.

Bu da onlara düşen hassasiyet.

17 Haziran 2021 Perşembe

Kınama!


"İnsanlar sosyal medyada en fazla ne yapıyorlar?" diye bir soru sorulsa "birbirlerini eleştirip kınıyorlar" derdim. Okuduğunuz paylaşımlara karşı yaptığınız alıntılara, girdiğiniz yorumlara ve hiçbir şey yapmasanız bile bunları başkalarına anlatış biçiminize bir bakın; çoğunun eleştiri ve kınama odaklı olduğunu göreceksiniz.

Başkasına sözüm yok ama bu durum hassasiyet sahibi her Müslüman için tehlike arz ediyor. Her birimiz Efendimiz'in (s.a.s.) haber verdiği üzere kınadığımız şeylerle imtihan olmadan ölmeyeceğimizi biliyoruz ve buna rağmen bu konuda çok hoyrat davranıyoruz. Oysa ki sadece burada kınadıklarımız başımıza gelse dahi ceza olarak bize fazlasıyla yeter...

"Kınamayınız. Kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz." (Tirmizi, Kıyâmet, 53, 2507)

13 Haziran 2021 Pazar

Allah'tan Bela İsteme!


İçinde bulunduğumuz koşulların yıpratıcılığı ve tez canlılığımız sebebiyle özellikle genç kardeşlerimizin bu aralar sıklıkla kurdukları bir cümle var: Başımıza bir sürü şey geldi, artık Allah belamızı verse de kurtulsak!

Sözün eşyaya tesiri düşünüldüğünde böyle bir cümle asla kurulmamalı, Allah'tan bela istenmemeli. Kur'ân-ı Kerim, bir an için Allah'a meydan okuyup peygamberlerini elçi kılarak ondan bela isteyen ve bu sebeple helak edilen kavimlerin kıssalarıyla doludur. Bunlardan bir tanesi de aşağıdaki ayetlere konu olan, Sâlih (a.s.) peygamberin kavmi Semûd kavmidir. 

Özensizce kurulan cümleler canımızı yakabilir. Bu sebeple Allah'tan ne istediğimize çok dikkat etmeliyiz.

"...Derken, o deveyi keserek öldürdüler, böylece rablerinin emrinden dışarı çıktılar ve 'Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!' dediler. Bunun üzerine onları o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler." (Â'râf, 7/ 77, 78)

12 Haziran 2021 Cumartesi

İslâm Hayvanlara Da Rahmettir


İslâm'ın kıymetini tam olarak anlayabilmek için onun Câhiliyye toplumunu nasıl bir karanlıktan çıkarıp aldığını çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Hayvanlar bizim emrimize verilmiş varlıklardır. Böyle olmasıyla birlikte onlara eziyet edemeyiz, canlarını yakamayız. Çünkü aynı zamanda onlar bizim için bir imtihan vesilesidir. Şimdi geliniz kurban bayramının artık yavaş yavaş yaklaştığı şu günlerde sizlerle paylaşacağım pasajla Câhiliyye toplumunda hayvanlara nasıl davranıldığını biraz yakından görelim ve yakın zamanda muhtemelen fitili ateşlenecek olan tartışmalara karşı yeni bir bakış açısı edinelim.

"...Bedevîlerin temel gıdalarını genelde et, süt ve süt mamülleri gibi hayvansal ürünler oluşturuyordu. Onlar sütün yanında yoğurt, peynir, tereyağı gibi sütten mamül besinleri de bolca tüketirlerdi. Çöl sakinleri için av hayvanları da önemli bir besin kaynağı idi. Yiyecek azlığı sebebiyle bedevîler çöl şartlarında buldukları her canlıyı yemekten tiksinti duymamışlardır. Araplar çölde bilhassa ceylan, dağ keçisi, yaban sığırı ve yaban eşeği avlarlardı. Medenîsi ile bedevîsi ile bütün Arapların en fazla rağbet ettikleri ve değer verdikleri et ise kuşkusuz deve eti idi. Araplar nadir olsa da at eti yerlerdi ve misafirlerine ikram ederlerdi. Kümes hayvanları daha ziyade yerleşik hayat süren Araplar tarafından besleniyordu. Aynı zamanda müşrik Araplar "meyte" adını verdikleri ölmüş hayvanın etini yerlerdi. Hatta İslâm'da meytenin yenmesi yasaklanınca Müslümanlara "kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü neden yemiyorsunuz?" demişlerdi. Câhiliyye döneminde insanlar koyunu boğarak öldürür ve buna "münhanika" derlerdi. Bu şekilde öldürülen hayvanın tabiî olarak kanı akmıyordu. "Natîha" başka bir hayvan tarafından boynuzlanmak suretiyle ölen, "mevkûde" ağaç parçası ile vurularak öldürülen hayvandır. Cahiliyye halkı koyunu sopayla öldürüp yerdi. Aynı şekilde kuyuya düşerek boğulan, yüksek bir yerden düşüp ölen hayvanlara "müteraddiye" denir. Bunların etleri de yenirdi. İslâm dini münhanika, natîha, mevkûde, müteraddiye ile yırtıcı hayvanların öldürdüklerini meyte olarak kabul etmiş, belirli ayetler ile bunların yenilmesi yasaklamıştır (Bakara 2/ 173; Mâide 5/ 3; Enâm 6/ 145). Câhiliyye Araplarında canlı hayvanların vücudundan et kesme uygulaması vardı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman insanların burada develerin hörgüçlerini, koyunların kuyruklarını kestiğini görmüş, bunun üzerine diri iken hayvandan kesilen parçanın murdar olduğunu belirterek bu uygulamayı yasaklamıştır. Câhiliyye Arapları acıktıklarında sivri bir ağaç veya metal ile hayvanı yaralayıp çıkan kanı içerlerdi. Aynı şekilde Arapların hayvanların bağırsaklarına kan doldurarak kızarttıkları da bilinmektedir. Ahmed b. Hanbel'in aktardığı bir rivayette Câhiliyye döneminde bazı kimselerin kan yediklerinden bahsedilir. İbnü'l Kelbî de Câhiliyye döneminde "becce" denilen bir sucuk imal edildiğinden bahseder. Anlatıldığına göre canlı bir devenin vücudu yarılarak akıtılan kanın kullanılmasıyla yapılan bu sucuğu eski Araplar kıtlık zamanlarında gıda olarak tüketirlerdi. Araplarda "şeytan yarması" denilen bir uygulama daha vardır. Buna göre hayvan kan damarlarına dokunulmadan, sadece derisi kesilerek boğazlanıp ölene kadar bu şekilde bırakılırdı. Böylece kanın hayvanın vücudunda kalması sağlanır, daha sonra eti ile birlikte yenirdi. Hz. Peygamber bu şekilde öldürülen hayvanın etinin de kanının da haram olduğunu belirtmiştir..."

İslâm toplumunda hayvanlara yukarıda bahsedilen şekilde işkence edilemez. Onlar kendilerine tayin edilmiş ömür kadar huzurlu bir şekilde yaşarlar, vazifelerini yaparlar ve eti yenen cinsten olanlar usulünce; zahmetsiz bir şekilde kesim yerine götürülüp besmelelerle, tekbirlerle, ürkütülmeden kesilerek Müslümanların ibadet edebilmesine yardımcı olabilecek güce, kuvvete dönüşürler. Böylelikle onlar da kendilerince vazifelerini yerine getirmiş olurlar. Asla ve asla yukarıda alıntıladığım gibi bir vahşete maruz bırakılamazlar. İşte tüm bunlar da İslâm'ın hayvanlara bile rahmet olduğunun en bariz göstergelerindendir.

(Geniş bilgi için bkz: Prof. Dr. Adem Apak, Kur'an'ın geliş ortamında Arap toplumu)

8 Haziran 2021 Salı

Tahdîs-i Nimet

Allah, verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister (Buhârî, Libâs, 1). Bu yüzden kişi imkânlar dahilinde -mal sevgisine müptelâ olmadan- en iyi elbiseyi giymeli, en güzel evde oturmalı, en güzel arabaya binmelidir. Bu, hal diliyle kulun "elhamdülillah, bunu bana Allah verdi" demesini, o nimetle sevinip Allah'a şükretmesini ifade eder. Buna tahdîs-i nimet denir.

İnsanlar da böyledir; hediye ettikleri şeyin kullanılmasını, işe yaramasını, hediye edileni sevindirmesini isterler. Bu bağlamda mesela büyüklerimizin torunlarına hediye ettiği elbiseleri -bizim göz zevkimize hitap etmese de- hiç değilse onları ziyaret ederken çocuklarımıza giydirmeliyiz. Bu onların çok hoşlarına gidecektir. Varsın çocuk bir gün bir daha giydirmek istemeyeceğiniz rengârenk bir kıyafetle dolaşsın. Bir gönül almanın, yüzde bir tebessüm oluşturmanın yerini hiçbir şey tutamaz. Aynı şekilde nezâketsiz davranarak gönül yıkmanın günahını da hiçbir kefe tartamaz.

İslâm serâpâ inceliktir.

"Gönül Çalab'ın (Allah'ın) tahtı, Çalab gönüle baktı.
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise."

7 Haziran 2021 Pazartesi

Mal ve Meyl


Arapça bir kelime olan "mâl" kelimesi kısaca sahip olunan, elde edilmek istenen her şey manasına gelmektedir (el-Mu'cemü'l-vasît). Öte yandan kelimenin tam da insanın tabiatına işaret eden başka bir anlamı daha vardır. Şöyle ki Arapça'da "mâle" bir şeye meyletmek anlamını içerir. Bu bağlamda "mâl", insanın kendisine meylettiği, enerjisini uğrunda sarf ettiği, kavuşmayı arzuladığı şeydir (el-Mu'cemü'l-fukahâ).

İnsanın böyle meylettiği, zaaf gösterdiği mal hakkında İslâm'ın oluşturduğu bir ahlâk vardır. Bu ahlâka göre öncelikle malın helal olanı tercih edilmeli (Mâide 5/ 88), başkasının malı haksızlıkla yenmemeli (Bakara 2/ 188), cimrilik etmeyip (Âl-i İmrân 3/ 180) gösterişsiz infak edilmeli (Bakara 2/ 264), kontrol edemeyene verilerek ziyan edilmemeli (Nisâ 4/ 5), bir cihad vasıtası olarak kullanılmalı (Tevbe 9/ 41), imtihan vesilesi olduğu unutulmamalı, (Enfal 8/ 28) ve tüm bunları yapabilmek için de en önemlisi mal, Allah'tan fazla sevilmemelidir (Teğâbun 64/ 15). Zira en nihayetinde yerde ve gökte olanların tümünün sahibi odur (Nûr 24/ 42).

"Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir imtihandır; büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır." (Teğâbun 64/ 15)

5 Haziran 2021 Cumartesi

O'nun (s.a.s.) Uğruna


Hz. Adem'in (a.s.) cennetten dünyaya gönderilişi ilim ehlinin hep ilgisini çekmiştir. Cennet nimetleri içinde yaşayan bir insan nasıl ve neden oradan çıkmıştır ki?

Ayetlerde ifade edildiği üzere (Bakara 2/ 35-40) Hz. Adem'in cennetten çıkarılışı kendisine yasaklanan ağaçtan yemesi sebebiyle olmuştur. Kimine göre bu ağaç bir üzüm ağacıdır, kimine göre buğday (Medârik, c. 1, s. 81; Celâleyn, s. 5), kimine göre de ağaç yalnızca bir temsilden ibarettir. Fakat neticede söz konusu yasağa rağmen mahiyeti belli olmayan bu ağaçtan yemesi onun cennetten çıkarılmasına yol açmıştır. Hatta İmam Nesefî (r.a.) tefsirinde konuya ilişkin olarak şöyle veciz bir ifade paylaşır bizlerle: "كيف لا يعصي الانسان، و قوته من شجرة العصيان؟"/İnsan kuvvetini (Hz. Âdem'in yediği bu) isyan ağacından alıyorken nasıl isyan etmesin?

İlim ehli konuyu tartışadursun, gelin biz bu olaya bir şairin, Ebûbekir Kânî'nin gözünden bakalım. O, bu olayı şöyle anlatıyor:

"Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden,
Değişdi habbeye bâğ-ı cinânı yâ Resûlallah."

Yani Yâ Resûlullah, Hz. Âdem senin dünyayı şereflendirişinin kendi temiz soyundan olacağını duyunca, cennet bahçelerini bir buğday tanesine değişti ve cennetten çıktı. Yani Hz. Âdem'i bu ağaçtan yemeye sevk eden şey belki de Resûlullah'ı görebileceği yönündeki ümidiydi. Böylece zahiren hatalı bir iş yapıyormuş gibi göründü ve O'nu görmek uğruna eşsiz cennet nimetlerini terk edip dünyaya geldi...

Salât ve selâm peygamberleri bile kendine âşık eden Efendimiz'in (s.a.s.) üzerine olsun. O mücellâ çehreyi doyasıya seyretmek cümle ümmet-i Muhammed'e nasip olsun.