Gerek tefsir okurken ayetlerin iniş ortamını gerekse de Hz. Peygamber'in (s.a.s.) nasıl bir toplumla mücadele ettiğini daha iyi anlayabilmek için Cahiliye döneminin hususiyetlerini iyi bilmek gerekiyor. Prof. Dr. Adem APAK'ın "Kur'an'ın Geliş Ortamında Arap Toplumu" adlı eseri bu konuda bizlere oldukça önemli bilgiler veriyor.
Cahiliye çağı tabiriyle araştırmacıların bir asırdan beş asra kadar varan bir süreyi kapsadığını belirttikleri İslâm öncesi devir kastedilir. Cevat Ali'nin 12 ciltlik "el-Mufassal fî tarihi'l Arab kable'l İslâm" adlı eseri bu alanın önemli çalışmalarındandır.
Râgıb el-İsfahânî cehle üç anlam verir:
1. Nefsin bilgiden mahrum kalması
2. Gerçeğin dışında bir şeye inanmak
3. Bir konuda yapılması gerekenin veya gerçeğin tam tersini yapmak
Cahiliye esasında İslâmî dönemde ortaya çıkmış bir tabir olup Kur'an'da hadislerde ve diğer İslâmi kaynaklarda Arapların İslâm'dan önceki inanç tutum ve davranışlarını İslâmî devir inançlarından ayırt etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu tabirle genellikle Arapların İslâm'ın başlangıç tarihi olan miladi 610 yılından önce yaşadıkları devir kastedilmiştir. Gerek Cahiliye çağı şiirlerinde gerekse Kur'an ve hadislerde Cahiliye kavramının karşıtı olarak "ilim" yerine "hilm" tabirinin kullanıldığı görülür. İlmin zıt anlamlısı olarak düşünüldüğünde "hilm", bilgisizliği değil, kızgınlık anında iradesini kaybedip parlayan öfkesine kapılmak sonucunda düşünmeden hareket eden sabırsız kişinin sorumsuz davranışını temsil eder. Hasılı bu döneme Cahiliye dönemi denmesinin sebebi, söz konusu toplumun adaletten yoksun bir hayat yaşıyor olmasıdır. Cahiliye sadece geçmişte yaşanmış bir tarihi süreç değil, aynı zamanda her an kendini tekrar edebilme potansiyeli taşıyan bir zihniyet yapısıdır.
Cahiliye kültürünün başlıca özellikleri
Araplar yaşayış tarzları açısından genel olarak bedevî (ehlü'l veber) ve hadarî (ehlü'l meder) olarak iki kısımda değerlendirilir. Tarih boyunca bedevîler su ve otlak bulmak için mütemadiyen bir yerden başka bir yere intikal etmişlerdir. Dolayısıyla onların hayattaki en önemli hedefi su ve otlağa ulaşmaktır. Bu topraklarda otlak ve su en büyük zenginlik, izzet ve iftihar sayılırdı. Dolayısıyla onlar bu nimeti elde etmek için uzun mesafeler kat eder bu uğurda birbirleri ile amansız savaşlara girişirlerdi. O kadar ki gerek Bizanslılar gerekse Romalılar Arapların otlak ve su bulmak için kendi topraklarından geçip Şam beldelerine gitmelerine engel olamamışlardır. Benzer şekilde Sâsânîler de onların aynı maksatlarla kendi sınırlarını aşmalarına göz yummak zorunda kalmışlardır.
Arap toplumunda hayat şartları gereği hem bedevî hem de hadarî kültürü ile doğrudan bağlantısı bulunan üçüncü bir tabaka daha vardır ki bunlar hayat tarzı itibariyle medenilik ile de bedevîliğin ortasında yer alırlar. İslâm öncesi dönemde ister hadarî ister bedevî olsun Araplar arasında günlük hayattaki yaygın münasebet şekli mücadele, reKâbet ve savaş olmakla birlikte hayatın şartları bazen onları düşmanlığı bir kenara bırakarak hilf ve icâre/ civâr gibi kavramlarla ifade ettikleri dostluk ve himaye anlaşmaları yapmaya zorlamıştır. Nitekim Hz. Peygamber amcası Ebû Tâlib'in vefatından sonra himayesiz kaldığı için Tâif dönüşünde Mekke müşriklerinden Mut'im b. Adî'den himaye talep etmiş ve bu isteği muhatabı tarafından kabul edilmiştir. Hakbuki o, Hz. Peygamber ile mücadele eden Mekke müşrikleri arasında yer alıyordu. Hatta o daha önce Peygamber'i öldürmek için teslim alıp karşılığında Umâre b. Velîd'i vermek amacıyla Ebû Tâlib'e müracaat eden Mekkelilerin sözcülüğünü yapmıştı. Buna rağmen o, büyük düşmanı olarak gördüğü Hz. Muhammed'i himaye etmekten çekinmemiştir. Bu olay himaye geleneğinin en iyi örneklerinden birisidir. Geleneğe göre bir Arap için kendisinden himaye isteyen bir kişiyi düşman da olsa korumayı üstlenmek en büyük değer olarak görülen onurunu koruma ve geliştirme meselesidir. Kabile ileri gelenlerinin kendilerinden yardım ve koruma talep edenleri boş göndermeleri, hatta bu konuda en küçük bir ihmalkarlık göstermeleri hem şahısları hem de kabileleri adına son derece utanç verici bir durumdur. Bu sebeple Araplar icâre konusunda hassas davranmışlar, kendi aleyhlerine sonuç getirse bile himaye verdiklerini tereddütsüz koruma konusunda hassasiyet göstermişlerdir.
Mekân ve mesken kültürü
Yerleşim merkezlerinin oluşumu
Arap yarımadasının genişliği hesaba katıldığında burada yaşayan insan sayısının coğrafyanın büyüklüğüne göre hayli düşük olduğu görülür. Bunun sebebi bölgedeki iskâna elverişli alanların çöl ve çorak araziye nispetle son derece sınırlı olmasıdır. Bu sebeple bedevîler yerleşik hayat sürme imkânı bulamamış kabileler ve aşiretler halinde çöllere dağılmışlardır.
Arabistan'da kurulan şehirlerin öncüleri az sayıda insanın yaşadığı "karye" denilen köylerdir. İçlerinde zanaat erbabını da bulundurması sebebiyle karyelere masna'a denilmiştir. Etrafı surlarla çevrili daha büyük yerleşim merkezlerine “Medine” denilmiştir. Kurâ kelimesi özel olarak ziraat ve hurma köyleri anlamına gelir. Yesrib, “utûm” denilen taştan inşa edilmiş kaleleri ile meşhurdur. Yemen de yeşil iklimi ile şöhret bulmuştur. Bundan dolayı Yemen'e "Yeşil Yemen" denmiştir. Yemâmeliler geçimlerini büyük oranda ziraat ve hayvancılıkla sağlamışlardır. Meyve üretimi de sağlayan bölge halkı asırlar boyunca bedevîlerin hurma, Hicaz'ın ise hubûbat ihtiyacını karşılamıştır. Hicaz bölgesinde en fazla nüfus Mekke, Medine ve Tâif'te görülür. Mekke ticaretle, Medine ile Tâif ise zirâî faaliyetler ile öne çıkmıştır. Ancak bu şehirlerin önemi daha çok Hz. Peygamber’in buralarda yaşaması sebebiyledir. Yoksa Hz. Peygamber'in halifelerinin görevlendirdikleri zekât memurlarının Mekke ve Medine dışındaki bölgelerden toplayıp gönderdikleri zekat ve benzeri vergilerin miktarlarına dair tarihçilerin verdiği bilgiler, başka şehirlerin bu iki şehirden daha zengin olabileceğini göstermektedir.
Yemen bölgesinde tarihin ilk çok katlı binaların yapıldığı rivayet edilir. San'â'daki "Gumdân" adıyla anılan binanın katları ile ilgili 7 ile 20 arasında değişen sayılar vardır. Araplar taş ve kireç kullanılarak yapılmış bahçe içindeki müstakil evlere "kasr" adını veriyorlardı. Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman burada “utûm” adı verilen, kare tarzında inşa edilmiş 100 kadar binanın dışındaki evler tek veya iki katlı kerpiç binalardı. Hz. Peygamber'in hicret ve sonrasında misafir kaldığı Halid b. Zeyd'in evi de kerpiçten inşa edilmişti. Peygamber ailesi için Medine mescidinin bitişiğine ilave edilen odaların temeli taştan duvarları ise çamurla bağlanan kerpiçten yapılmıştır. Yerleşik hayat süren Araplarca taş ve kerpiç evlerin yanında “hayme” veya “unne” dedikleri ağaç dallarından yapılmış çardaklar da mesken olarak kullanılmıştır.
Taberî'nin naklettiği bir rivayette Hendek savaşı sırasında Hz. Peygamber için kurulan bu tür bir çadırdan "Kubbe Türkiye" şeklinde söz edilmekte, bu çadırın şekli ve niçin böyle isimlendirildiği konusunda bilgi verilmemektedir. Arapların ev eşyaları daha çok Arabistan'da bolca bulunan hurma dallarından imal ediliyordu. Hz. Peygamber'in evinde altına eşya konulabilecek kadar zeminden yüksekte kurulmuş bir serîr, yani sedir bulunmaktaydı. Cebrail'in içeri girmekten kaçınmasına sebep olan köpek yavrusu ile ilgili rivayetlerin bazısında geçen “nedâd” kelimesi de eşyaların dürülerek üzerine konulduğu yer anlamına gelmektedir. Serîr; gündüzleri yakan, geceleri üşüten, kumun etkisini nispeten azaltması sebebiyle Arap toplumunda oldukça rağbet edilen bir ev eşyası olmalıdır. Araplar serîr benzeri üzerinde aynı zamanda yatılan ahşap ev eşyalarına ise “arş” adını veriyorlardı. Arşın etrafında uyuyanın düşmesini engellemek için korkuluk bulunuyordu.
Yemek kültürü
Bedevîlerin temel gıdalarını genelde et, süt ve süt mamülleri gibi hayvansal ürünler teşkil ediyordu. Onlar sütün yanında yoğurt, peynir, tereyağı gibi sütten mamul besinleri de bolca tüketirlerdi. Çöl sakinleri için av hayvanları da önemli bir besin kaynağı idi. Yiyecek azlığı sebebiyle bedevîler çöl şartlarında buldukları her canlıyı yemekten tiksinti duymamışlardır. Araplar çölde bilhassa ceylan, dağ keçisi, yaban sığırı ve yaban eşeği avlarlardı. Medenisi ile bedevîsi ile bütün Arapların en fazla rağbet ettikleri ve değer verdikleri et ise kuşkusuz deve eti idi. Araplar nadir olsa da at eti yerlerdi. Kümes hayvanları daha ziyade yerleşik hayat süren Araplar tarafından besleniyordu. Aynı zamanda müşrik Araplar “meyte” adını verdikleri ölmüş hayvanın etini yerlerdi. İslâm'da meytenin yenmesi yasaklanınca Müslümanlara "kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü neden yemiyorsunuz?" demişlerdi. Cahiliye döneminde insanlar koyunu boğarak öldürür ve buna “münhanika” derlerdi. Bu şekilde öldürülen hayvanın tabiî olarak kanı akmıyordu. “Natîha” başka bir hayvan tarafından boynuzlanmak suretiyle ölen, “mevkûde” ağaç parçası ile vurularak öldürülen hayvandır. Cahiliye halkı koyunu sopayla öldürüp yerlerdi. Aynı şekilde kuyuya düşerek boğulan, yüksek bir yerden düşüp ölen hayvanlara “müteraddiye” denir. Bunların etleri de yenirdi. İslâm dini münhanika, natîha, mevkûde, müteraddiye ile yırtıcı hayvanların öldürdüklerini meyte olarak kabul etmiş, ilgili ayetler ile bunların yenilmesi yasaklamıştır (Bakara 2/ 173; Mâide 5/ 3; Enâm 6/ 145). Cahiliye Araplarında canlı hayvanların vücudundan et kesme uygulaması vardı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman insanların burada develerin hörgüçlerini, koyunların kuyruklarını kestiğini görmüş bunun üzerine diri iken hayvandan kesilen parçanın murdar olduğunu belirterek bu uygulamayı yasaklamıştır. Cahiliye Arapları acıktıklarında sivri bir ağaç veya metal ile hayvanı yaralayıp çıkan kanı içerlerdi. Aynı şekilde Arapların bağırsaklara kan doldurarak kızarttıkları da bilinmektedir. Ahmed b. Hanbel'in aktardığı bir rivayette Cahiliye döneminde bazı kimselerin kan yediklerinden bahsedilir. İbnü'l Kelbî de Cahiliye döneminde “becce” denilen bir sucuk imal edildiğinden bahseder
Anlatıldığına göre canlı bir devenin vücudu yarılarak akıtılan kanın kullanılmasıyla yapılan bu sucuğu eski Araplar kıtlık zamanlarında gıda olarak tüketirlerdi. Araplarda “şeytan yarması” denilen bir uygulama daha vardır. Buna göre hayvan kan damarlarına dokunmadan sadece derisi kesilerek boğazlanıp ölene kadar bu şekilde bırakılırdı. Böylece kanın hayvanın vücudunda kalması sağlanır, daha sonra eti ile birlikte yenirdi. Hz. Peygamber bu şekilde öldürülen hayvanın etinin de kanının da haram olduğunu belirtmiştir.
Hurma hem yaş hem de kurutulmuş olarak tüketilir, yaş hurmaya “ratb”, kurusuna “kasb” denirdi. Cömertlik ve misafirperverliği ile tanınan Arapların ziyafetleri meşhurdur. Bu tür ziyafetlerin baş menüsü doğranmış ekmeğin üzerine haşlanmış et suyunun dökülmesi ile hazırlanan “tirid” (serîd) oluşturur. Bilhassa Hicazlılar bu yemeği çok seviyordu. Hz. Peygamber'in büyük dedesinin asıl adı Amr iken, bu şekilde tirid yapıp yoksullara ziyafet verdiği için zamanla “doğranmış ekmek ve peksimet üzerine et suyu döken” anlamına gelen Hâşim adıyla meşhur olmuştur. Tirid Hz. Peygamber döneminde de sevilen bir yemekti. Nitekim Resulullah eşi Hz. Aişe'nin diğer kadınlardan üstün düğünü tiridin öteki yemeklerin üstünlüğüne benzetmiştir.
Temizlik kültürü
Araplarda genel olarak hamam yoktu. Onlar yıkanma yerleri için “hammâm” ve “dimâs” denilen isimleri kullanırlardı. Yahudilere ve Araplara hamamların Yunanlılar ve Romalılar'dan geçtiği ileri sürülebilir. İslâm öncesinde günlük beden temizliğinin yanında gusül temizliğin de bilindiği, bunun Hz. İbrahim'den kalma bir uygulama olduğu ve özellikle Cahiliye toplumundaki Haniflerin ayırt edici özellikleri arasında yer aldığı belirtilmektedir. Hanifler dışındaki Araplar arasında da cünüplükten dolayı yıkanan, mazmaza ve istinşâk yapan, misvakla dişlerini temizleyenler vardı. Nitekim Bedir Savaşı'nda müşrikler hezimete uğrayınca Ebû Süfyân Müslümanlarla tekrar savaşıncaya kadar cünüplükten yıkamayacağına yemin etmişti. Süheylî bu olaydan bahsederken "Cahiliye devrinde hac, nikah gibi cünüplükten dolayı gusletmek de İbrahim ve İsmail'in dininden kalma bir iz olarak uygulanır" der. İbn Habîb müşriklerin hem cünüplükten temizlenmek amacıyla kendilerini hem de ölülerini yıkadıklarına şiirlerinde deliler getirir. Bu devirde kadınlar adet kanamaları sırasında putlara yaklaşmazlardı. Zira Cahiliye Arapları hayızlı kadınların temiz olmadığına inanırlar, onlarla bu dönemlerinde oturmazlar, yiyip içmezler, hatta aynı evde bile kalmazlardı.
Bayramlar
Araplar Özel günlerde meşhur putlarını ziyaret edip onlara adak sunar, Kâbe'yi ve onları tavaf ederlerdi. Arafat'ın yakınında bulunan Uzzâ adlı puta Mekkeliler, Menât putuna Medineliler, Lât putuna da Tâifliler saygı gösterirlerdi. Yemen'deki kabileler de Zülhülasa putuna aynı muameleyi yaparlardı. Cahiliye devrinde Medinelilerin İran'dan aldıkları iki bayramları vardı. Birincisi ilk baharın gelişinin kutlandığı “Nevrûz”, ikincisi ise gece ile gündüzün birbirine eşitlendiği zaman kutlanan “Mihricân”, yani sonbahar bayramıydı. Ayrıca Medinelilerin “yevmü's seb'” ve “yevmü's sebâsîb” adlı iki bayramların daha olduğu bildirilir.
Doğum
Cahiliye döneminde çocuklara “putların kulu” manasına gelen bazı isimler verilirdi. Abdül Uzzâ ve Abdüveb bunlardan iki tanesidir. Bu toplumda insanlar erkek çocuklara şiddet ve çatışma kültürünün bir yansıması olarak köpek, kurt, küçük kurt, aslan, tilki gibi isimler verirlerdi. Yine yılan, sürüngen ve haşerat isimlerinin, ayrıca zaferi hatırlatan Gâlib, Mâlik, Zâlim, Mukâtil, Târık ve Harb gibi isimlerin verildiği de görülmekteydi. İslâm öncesi dönemde Araplar sünnet uygulaması sebebiyle ziyafet veriyorlardı. Her ne kadar sünnetli doğduğuna dair rivayetler bulunsa da kaynaklarda Hz. Muhammed'i dedesi Abdülmuttalib'in sünnet ettirdiği ve bu vesile ile ziyafet verdiği zikredilir.
Düğün cemiyeti
Her toplum gibi Cahiliye Arapları içinde düğünler özel zamanlar arasında yer alır, bu günlerde misafirlere “velime” denilen ziyafet tertip edilirdi. Lügat bilgini Ezherî, “velime” kelimesinin birleşme toplanma anlamına gelen "vlm" kökünden üretildiğini ifade eder. Bu ziyafet için davet kelimesi de kullanılmakla birlikte bu ikinci tabirin manası velîmeye göre daha geniş olup her türlü toplu yemek ikramı içine alır. Hz. Peygamber de Hz. Hatice ile evlendiğinde davetlilere velîme ikram etmiştir. Cahiliye döneminde velîme, gelin alındıktan bir gün sonra damadın evinde tertiplenir, akraba ve dostlarının yanı sıra fakirler de davet edilirdi. Ancak Hz. Peygamber bu ziyafeti gelinin kocasının evine gittikten sonra ve zifaftan önce vermiştir. Cahiliye döneminde böyle özel günlerde özellikle Medineliler şarkı söyleyip def çalmayı çok severlerdi. Bunu da aralarında bulunan cariyeler vasıtası ile yerine getirirlerdi.
Ölüm
Cahiliye döneminde bir ölüm hadisesi vuku bulduğunda Araplar hemen evlere, çarşılara haberciler göndermek suretiyle ölüm ilanı yapılmasını isterlerdi. Özellikle kabilenin ileri gelenlerinden birisi öldüğü zaman diğer kabilelere bir atlı gönderilmek suretiyle ölüm haberi insanlara duyurulurdu. Cahiliye döneminde ölünün yakınlarının cenaze merasimi esnasında matem elbiseleri giymeleri adettendi. Hz. Peygamber bir cenaze götürülürken üstlerindeki ridaları atıp gömlekle yürüyen insanları gördüğünde onları Cahiliye dönemindekilere benzemeye çalıştıklarını ifade ederek hoşnutsuzluğunu dile getirmiştir. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in cenaze için ayağa kalktığı bildirilir ancak sonraları bunu yapmadığını zikreden rivayetler de mevcuttur. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî son rivayete istinaden cenaze için ayağa kalkmanın neshedildiği kanaatine ulaşmışlardır. Ölünün ardından matem tutmak anlamına gelen “niyâha” sözlük anlamıyla “kurdun uluması”, “yüksek sesle ağlamak”, “sesli ağlayıp başkalarını da ağlatmak”, “yas tutmak” şeklinde açıklanır. Terim olarak ise “bir kadının kocasının ölümü üzerine yüksek sesle ağlaması” demektir. Bu şekilde Allah'a isyana varan ağlamaları İslâm yasaklamıştır. Cahiliye Araplarında ölüyü yıkayıp kefenleme adeti vardı. Lügat bilginleri Arapların kefenlerine “çenen” adını verdiklerini zikrederler. İbni Habîb'in verdiği bilgiye göre Hanifler cenazelerini yıkayıp kefenler, dua okurlar, cesedin tabuta konmasından sonra cenazenin bir yakını ayağa kalkarak ölenin iyiliklerini sayıp döker, "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun" derdi. Bu uygulama bir nevi cenaze namazı gibi kabul edilir, ardından cenaze toprağa verildi. Cahiliye çağında cenaze sahibinin yemek hazırlayarak törene katılanlara ikram etmesi adettendi. İslâm dini cenaze sahipleri yerine çevredeki ailelerin cenaze evine yemek götürmelerini emretmiştir. Müşrik Araplar ölüyü kabre koyduktan sonra kabrin yanı başında bir sığır, koyun veya deve keser ve bu uygulamaya "akr" derlerdi. Şayet böyle yapılırsa ölümün kıyamet günü binekli olarak haşredileceğine, yapılmazsa da onun yaya kalacağını inanırlardı. İslâm bu uygulamayı da kaldırmıştır. Yine Cahiliye Arapları aynı amaçla kabrin hemen başına bir deve bağlarlar ve o deve ölünceye dek onu aç ve susuz bırakırlardı. Öldükten sonra da hayvanı kazdıkları bir kuyuya gömerler ya da yakarlardı. Bu uygulamaya da "beliyye" derlerdi.
Yağmur duası
Rivayete göre Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalip, yanında küçük yaşta olan torunu Hz. Muhammed bulunduğu halde Kureyş'in önüne düşerek Ebû Kubeys dağına yağmur duasına çıkmış ve O'nun hürmetine yağmur dilemesinin ardından çok geçmeden yağmur başlamıştır. Benzer şekilde Hz. Peygamber'in amcası Ebû Talip de bir kuraklık zamanında Kureyş ile birlikte yağmur duasına çıkmış, Hz. Muhammed'in elinden tutup Kâbe'ye götürerek burada O’na dua ettirmiştir. İlk rivayetteki gibi burada da duanın hemen ardından berrak gökyüzünü birdenbire bulutların kapladığı, ardından sağanak şekilde yağmur yağdığı rivayet edilir. Ebû Tâlib, bu olayla alakalı şöyle bir şiir söylemiştir:
"O, beyaz yüzlüdür. Yüzü hürmetine yağmur dilenir.
Yetimlere yardımcı ve sığınak, fakir ve dul kadınlar için güven kaynağıdır."
Eğlence kültürü
Cahiliye döneminde insanlar ahlâkî kaygılardan uzak ve aşırıya kaçan bir eğlence anlayışına sahipti. Bir defasında içkinin haram kılınması ondan önce Hazrecli Utbe b. Mâlik b. Amr, bir düğün yemeğinde Ensar ve Muhacirlerden bir kısım Müslümanları davet etmişti. Misafirler kızartılmış deve etini yiyip içki içerek sarhoş oldular. Yemek esnasında adet olduğu üzere karşılıklı kabile övünmesi yarışı başladı. Davetliler arasında bulunan Sa'd b. Ebû Vakkâs kendi kabilesi Benî Zühre'yi öven, Medineli Evs ve Hazreclileri hicveden şiirler okudu. Buna kızan bir Ensarlı yedikleri devenin başından kopardığı kemik parçasıyla Sa'd'ın kafasını yardı. Bu olay üzerine içkinin yasaklandığı Maide suresinin 90-91. ayetleri nazil oldu.
Arap toplumunda spor ve eğlence çeşitleri arasında "dirkele" denilen mızraklarla oynandığı anlaşılan bir spor çeşidi bulunuyordu. İslâm öncesi dönemde çok yaygın olduğu görülen, Hz. Peygamber zamanında da devam ettirilen bu oyunu bilhassa Habeşistanlılar oynar, kadın erkek herkes seyrederdi. Hz. Ömer bu oyunun oynamasını engellemek istemişse de Resulullah onlara müdahale edilmesine izin vermemiş, hatta kendisi de Hz. Aişe ile birlikte izlemişlerdi. Bu esnada "Haydi Habeşliler, Gösterin kendinizi!" sözleri ile tezahürat dahi yapmıştı. Araplar arasında Güreş de yaygındı. Kaldı ki Hz. Peygamber’in güreş yaptığına dair rivayetler vardır. Nitekim bir rivayete göre Rükâne isminde meşhur bir güreşçi bir gün Bathâ'da Hz. Peygamber ile karşılaşınca kendisine güreşme teklifinde bulunmuş, yenilirse dinine gideceğine söz vermiş, ancak üç defa üst üste sırtı yere gelse de Müslüman olmamış, hatta Resulullah'ı sihirbazlıkla suçlamıştır. Bununla birlikte sahabe tabakatlarında Rükâne'nin Mekke'nin fethi esnasında Müslüman olduğuna dair bilgiler zikredilmektedir.
Halk inanış ve uygulamaları: Kehânet ve Arâfet
Cahiliye döneminde gelecekten haber verdiklerini iddia eden kâhinlere ve özellikle kaybolmuş bir eşyanın yerini söyleyen, ayrıca hadiseleri gözlemleyip sebeplerinden, canlıları gözlemleyip dış görünümlerinden yola çıkarak gelecekle ilgili tahmini bilgiler veren ve kendilerine "arrâf" denilen kişilere çok itibar edilirdi. Tarihçilerin aktardıklarından yola çıkarak kâhin ile arrâf arasında genel anlamda şu şekilde bir ayrım yapmak mümkündür: Kâhin, bir cin veya şeytan vasıtasıyla gaybî bilgiler aktarırken arrâf şahsi tecrübe ve kabiliyetine istinaden olayları ve eşyayı incelemesi neticesinde şahıs ile ilgili görüşler ileri süren kişidir. Cahiliye Araplarının çocuklarını göstermek suretiyle onları gelecekleri hakkında bilgi talep etmek için arrâflara müracaat etmelerini buna örnek olarak göstermek mümkündür. Nitekim özellikle Ukâz panayırında arrâflar kendilerine getirilen çocukların yüzlerini ve diğer organlarını incelemek suretiyle onların gelecekleri ile ilgili kehanetler bulunurlardı. Bu dönemde kabilelerin birer şairi, hatibi olduğu gibi yetkili kâhini de bulunur, onların kritik anlarda verdikleri kararlar neredeyse tereddütsüz kabul edilirdi. Arap tarihçilerinin rivayetlerine göre Cahiliye döneminde kâhine müracaat eden kişiler öncelikle kehanetin güvenilirliğini test etmek amacıyla onu imtihana tabi tutarlardı. Bunun için en fazla yapılan uygulama kâhinden saklanan bir şeyin yerini söylenmesini istemeleriydi. Eğer kâhin bu sınavı başarırsa kehanetine itibar edilir ve asıl meseleye geçilirdi. İnanışa göre kehanet ancak "hulvân" denilen bir ücret ile gerçekleşirdi. İslâm öncesi dönemde kâhinlerin önemli vazifelerinden biri de gerek şahıslar gerekse kabileler arasında sık sık gündeme gelen ve "münâfere" adı verilen üstünlük davalarını karara bağlamaktı.
Cahiliye Arapları arasında "ilm-i kıyâfet" denilen bir maharet ve uygulama da çok meşhurdu. İlm-i kıyâfet kısaca iz arama ve izden izin sahibini tanıma kabiliyeti olarak tanımlanır. Bu ilimden daha ziyade faili bilinemeyen öldürme, hırsızlık, yitik gibi olaylarda istifade edilmiştir. Araplar bu alanda o kadar ileri gitmişlerdi ki bazı iz arayıcılar ayak izinden yola çıkarak iz sahibinin yaklaşık yaşını, cinsiyetini, hatta kız veya dul olduğunu dahi tespit edebilirlerdi. Bu hususta meşhur olan Benî Mürre kabilesi mensupları bir devenin ayak izinden o devenin kime ait olduğunu çıkarır, insanın ayak izinden de onun Iraklı, Şamlı, Mısırlı veya Medineli olduğunu bir bakışta tayin ederlerdi. Araplar arasında iz sürücülüğüne "kıyâfetü’l eser", nesep tespiti ile ilgili türüne ise "kıyâfetü’l beşer" adı verilmiştir. Bunlardan birincisi çölde yaşayan Arapların düşmanlarını takip etme, kaçan kölelerini ve develerini bulma hususunda iş görürken ikincisi daha ziyade iki şahsın organları arasındaki benzerliği incelemek suretiyle nesep tespitinde hizmet vermiştir. Araplar için toprağın nemini, üzerindeki bitkilere ve orada barınan canlılara bakarak yeraltı sularını bulma becerisini ifade eden "ilmü’r riyâfe" son derece önemli bir bilgi ve tecrübe kaynağıdır. Arap Yarımadası'nda yağmur özellikle denizden uzak kısımlarda son derece az yağar, havası da sahil bölgeleri istisna olmak üzere genelde çok sıcak olurdu. Bu durum Arabistan'ın büyük bölümünü çöle çevirmiştir. İşte böyle bir ortamda su arayan ve bulan bu kişilerin önemi oldukça büyüktür. Araplar arasında hayvanların seslerinden, bir kısım hareketlerinden ahkam çıkarma bilgisi demek olan "ilmü’l ıyâfe" de yaygındır. Bu konuda özellikle Benî Esed kabilesi şöhret bulmuştur. Diğer bir beceri de gelecekten haber verme anlamına anlamında kehanete benzeyen "zecrü’l ıyâfe" uygulamasıdır. Bu uygulamada kuşlara taş atıp uçurduktan sonra onların uçuş yönlerine göre geleceğe dönük tahminler yapılırdı. Bundan dolayıdır ki Araplar arasında kâhinler aynı zamanda “zâcir” olarak da tanınmışlardır.
Adaklar
Araplar arasında tuhaf adaklar vardı. Mesela yaygın olan bir uygulamaya göre ölmek üzere olan bir adam dahi öcünü almaları için kendi kabilesinin karşı taraftan 50 kişiyi öldürmesini adarsa bu nezir bütün kabile için bir borç kabul edilirdi. Bir keresinde Hz. Peygamber'e Ebû İsrâîl denilen birinin ayakta durmak, gölgelenmemek ve konuşmamak şartıyla oruç tutmayı adadığı söylenmişti. Bunun üzerine "kendisine söyleyin, gölgelensin, otursun, insanlarla konuşsun, orucunu da tutsun, tamamlasın." buyurmuştur. Benzer şekilde Resûlullah, yaşlı ve kötürüm bir adamı iki oğlunun kollarına girerek yürütmeye uğraştıklarını görünce "adamın nesi var?" diye sormuş, "yürüyerek gitmeyi adadı" şeklinde cevap almış, bunun üzerine "Allah bu zatın kendisine eziyet etmesine muhtaç değildir." buyurarak adamın binekle taşınmasını istemiştir. Hz. Peygamber Ukbe b. Âmir'in Kâbe'ye kadar yürüyerek gitmeyi adayan kız kardeşini de bundan menederek biniti ile hareket etmesini, buna karşılık adağını bozarak kefaret vermesini emretmiştir.
Uğursuzluk inancı (teşe'üm-tefe'ül)
Birçok eski ve yeni kültür gibi Cahiliye kültüründe de gözlenen, bir varlığı, olayı, durumu geleceğe dair hayır işareti sayarak onu iyimserlikle değerlendirme, yorumlama anlamına gelen uğur telakkisi oldukça yaygındı. Araplar kendilerine uğur getirdiğine inandığı veya şifa vesilesi olduğunu düşündükleri taşları yanlarında taşır, hatta bu taşları boyunlarını asarlardı. Araplar arasında diş değiştiren çocukların çıkan dişlerinin yerine gelecek yeni dişlerin daha sağlam ve sıhhatli olması ve çocuğun ömür boyu diş ağrısı çekmemesi için uğur saydıkları bir adet vardı. Buna göre diş değiştiren çocuklar çıkan dişlerini baş parmaklarıyla işaret parmakları arasına alıp güneşe doğru atarak "bunu al ve daha güzeli ile değiştir" derlerdi. Araplar baykuş ve karga sesinin uğursuz olduğuna inanırlardı. Onlara göre baykuşlar intikamı alınmamış insanların suretine girerek "beni sulayın, beni sulayın" diye öterler, kargalar ise gurbet ve ayrılığı temsil ederlerdi. Araplar bizatihi "gurbet" kelimesinin karganın ismi olan "gurâb" kelimesinden geldiğini belirtirler.
Nazar değmesi
Cahiliye Araplarında nazar değmesi son derece yaygın bir inanıştı. Rivayete göre Benî Esed kabilesi mensuplarının nazarı çok etkiliydi. Hatta onlardan biri semiz bir deve veya sığır gördüğünde cariyesine "evden bir kap ve para al, şu hayvanın etinden bize getir" derse o sırada hayvan nazara gelir, daha cariye evden ayrılmadan hayvan yere düşer, boğazlanır, cariye de onun etinden satın alıp efendisine getirirmiş. Fal da bu dönemde insanların itibar ettiği bir olguydu. Cahiliye dönemi insanları düşmanlarından intikam almak istedikleri zaman saygı duydukları putların önünde bulunan fal oklarına müracaat ederler, çektikleri oklardan kendi gönüllerinden geçen sonucun çıkmasını beklerler, beklentileri gerçekleşmediği zaman da putları hata yapmakla suçlarlardı. Kur'an'da yasaklanan “meysir” yine Araplar arasında yaygın bir kumar çeşidi idi. Buna göre zengin Araplar bir deve alırlar, onu kesip parçalarlar, her parçaya denk düşecek şekilde oklar hazırlarlar, kendisine boş ok çıkan kişi devenin bütün bedelini öderdi. Sonuçta hisse alanlar kazandıkları eti kendileri yemeyip fukaraya dağıtırlardı. Araplar bu yaptıklarıyla övünür, çekilişe katılmayanlara kınarlardı.
Araplar yolculukları sırasında karanlık çöküp yollarını kaybettiklerinde yakın çevrede bir yerleşim yerinin olup olmadığını tespit edip oraya sığınmak için yahut muhtemel tehlikelerden korunmak veya yollarını bulmak amacıyla kulaklarını yere koyarak köpek gibi havlamaya başlarlardı. O sırada seslerine cevap veren bir köpek sesi işitirlerse etrafta sığınılacak bir yerin olduğuna kanaat getirirlerdi. Yolculuk boyunca geçmiş oldukları vadilerin birer cini olduğuna inanırlardı. Yolculuğa çıkan kişinin bir ağaca ip bağlaması da adettendi. İnanışa göre biri yolculuktayken bu ip çözülürse karısının kendisine ihanet ettiğine hükmederlerdi.
Kur'an'da geçen "evlere arkalarından girmek iyilik değildir" (el-Bakara 2/189) mealindeki ifade münasebetiyle rivayet tefsirlerinde şu bilgiler yer alır: Cahiliye devrinde genelde Araplar bir iş kendilerine zor geldiğinde veya ihramlı olduklarında, ayrıca Medineliler de hac veya yolculuk dönüşlerinde evlerinin kapılarından girmezlerdi. Hasan el-Basrî'nin anlattığına göre İslâm öncesi dönemde bir Arap yolculuğa çıksa ve herhangi bir sebeple yolculuktan vazgeçse evine normal kapısından girmezdi. Ehl-i meder, yani yerleşik hayat yaşayanlar arkadan bir delik açmak veya duvara merdiven dayamak suretiyle evin içine atlarlardı. Ehl-i veber, yani bedevîler ise çadırın arkasından girerlerdi. Bu tür tuhaf davranışların arkasında böyle durumlarda normal kapıdan girmenin uğursuz olduğu telakkisi vardı. İslâm bu tür hurafeleri kaldırmıştır. Araplar her evin kendine ait bir cini olduğuna inanır, bir köye, bir harabeye girecekleri zaman oranın cininden bir zarar görmemek için eşek gibi anırır ve üzerlerine bir tavşanın aşık kemiğini takarlardı. Ayrıca bazı Arap kabileleri yıldızlara tapıyorlardı.
Tıp
Cahiliye döneminde genellikle kâhinler insanları tedavi etme görevini de üstlenirlerdi. Tâif doğumlu Hâris b. Kelede es-Sakafî Cahiliye çağının son ünlü tabiplerinden biridir. Hâris, İslâm ortaya çıktıktan sonra da hekimlik yapmıştır. İslâmiyeti kabul ettiğine dair kesin bir kanıt yoktur. Fakat Hz. Peygamber'in onun hekimliğine güvendiği, hastalanan sahabelere onu tavsiye ettiği, veda haccı sırasında kalbinden rahatsızlanan Sa'd b. Ebû Vakkas'ı ziyarete gittiğinde bizzat kendisinin Hâris'i çağırtarak onu tedavi etmesini istediği bildirilmektedir. Sa'd'ı muayene eden Hâris onda ciddi bir durumun olmadığını ifade ettikten sonra onu süt ve acve hurmasından hazırladığı bir ilaçla tedavi etmiş, Sa'd kısa sürede sağlığına kavuşmuştur. Çok uzun bir ömür süren Hâris b. Kelede'nin Muaviye b. Ebû Süfyân'ın hilafeti döneminde öldüğü rivayet edilir.
Sosyal hayat
Cahiliye Araplarında kumar, içki ve birçok ahlaksızlığın yaygın olmasına karşın, misafirperverlik, namusa düşkünlük gibi güzel hasletler de bulunmaktaydı. Ancak onlar bu güzel hasletleri bir yaratıcı olduğu düşüncesiyle değil, tamamen şan ve şeref elde etmek için ediniyorlardı. Araplar özgürlüklerine oldukça düşkün bir millettir. Nitekim başta Herodot olmak üzere Roma ve Yunan tarihçileri Arapların özgürlük tutkuları nedeniyle başka milletlerin idaresine boyun eğmediklerine işaret ederek Asya milletleri arasında sadece Arapların Sâsânî hakimiyetine girmediklerini, Kisrâların da sadece Arapları köle edinemediklerini söylemişlerdir. Özellikle Hicaz bölgesinde yaşayanlar kendi içlerinden dahi olsa kral yetkilerine sahip bir kişi tarafından yönetilmeyi özgürlüklerine müdahale sayarak reislerini yalnızca "eşitler arasında birinci" olarak tanımışlardır.
Araplar yurtlarında kabileler halinde yaşamaktaydılar. Onları dış dünyadaki tehdit ve tehlikelere karşı koruyan yegâne topluluk kabileydi. Şayet bir kimse kabileden kovulursa artık o öldürülmeye açık, her türlü tehlike karşısında savunmasız bir kimse olarak çöllerde dolaşırdı. Bu durum bir Arabın karşılaşabileceği en kötü durumlardan bir tanesidir. Kabile hürler, mevlâlar ve kölelerden oluşmaktaydı.
Eyyâmü'l Arab
Eyyâmü'l Arab tabiri Araplar arasında gerçekleşen savaşları ifade etmek için kullanılan bir tabirdir. İslâm öncesi dönemde yaşanan en büyük savaşlar Buâs, Dahis ve Besûs savaşlarıdır. Araplar Cahiliye döneminde birbirleriyle yalnızca haram aylar olan Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarında savaşmazlar, diğer aylarda birbirlerini düşman olarak görürlerdi.
Asabiyet
Asabiyet kelime anlamıyla “sarmak”, “kuşatmak”, “bir şeye bağlanmak”, “birinin etrafında toplanmak” gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Asabiyet, “aralarında kan bağı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve onları herhangi bir dış tehlikeye karşı birlikte mücadeleye sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz bir şekilde harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu”dur. Asabiyet milliyetçilikle aynı şey değildir. Nitekim bir Arap, aynı kabile içerisinde bulunan bir zenci azatlıyı (mevlâ) başka asabeden olan bir Araba karşı korumak zorundadır. Milliyetçilik ise genel anlamıyla, "toplumda milli kültürü hakim kılmak, başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için uyanan kültür ve siyaset eğilimi" olarak tanımlanır. Asabiyet bir kimseye kendi kabilesi ile birlikte cehennemde olmayı başkalarıyla cennette olmaya tercih ettirecek kadar güçlü bir duygudur. Karı-koca farklı soylardan olduklarında ve onların kabileleri arasında bir husumet meydana geldiği takdirde koca hayat arkadaşını unutup derhal kendi asabiyetine meyletmeye hazırdır. Bunun tersi, yani kocanın eşinin kabilesini kendi kabilesine tercih etmesi ise son derece istisnai bir durumdur. Asabiyet anlayışında fert kabilenin yoluna, kabile de ferdin yoluna kurban olur.
İslâm geldikten sonra intikam alma hakkı kabilelere değil bizzat devlete verildi. Bu uygulama suçluyu takip etme ve cezalandırma işini toplum adına devlete intikal ettirilmiş, böylece intikam hissi sosyal düzeni bozmadan hukuk içinde tahmin edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca cezaların infazı hukuki yolla ve devlet tarafından gerçekleştirildiği için yeni kan davaları ve sonu gelmeyen kabile savaşlarının sebebi de ortadan kalkmıştır. İslâm'ın getirdiği diğer bir prensip de suç ve cezanın ferdiliği kuralı olup bu kural suçun da cezanın da kolektif olarak kabul edildiği asabiyet düşüncesinden çok farklı bir hususiyet arz eder. Bu yeni durumda öldürme hadisesi sosyal boyutlu olsa da sorumluluk şahsi kabul edilmiştir. Artık kimse kendi başına saldırı düzenleyemiyor, düşmanından intikam almaya kalkışamıyordu. İslâm dini asabiyet yerine sıla-i rahimi korumayı emretmiştir.
Şairler
Cahiliye döneminde şairler oldukça önemli bir konuma sahipti. Öyle ki bir kabilede bir şair yetişirse bu insanlar tarafından düğün ve merasimlerle kutlanırdı. Çünkü şairler kabilelerin haklarını savunur, onlar adına konuşurdu. Şairlerin görevi genellikle insanları barışa değil savaşa sevk etmek, bir olumsuzluk durumunda insanları düşmana karşı cesaretlendirmekti.
Aile ve kadın
Cahiliyede kabile ve çekirdek aile olmak üzere iki türlü aile vardı. İslâm'dan önce kız çocukları açlık (el-İsrâ 17/31) ya da düşmanın eline geçeceği korkusuyla toprağa gömülür, kadın çocuk doğurmazsa aileye dahil edilmez, hatta doğurmadan ölürse kocasına baş sağlığı bile dilenmezdi. Kadınlar mirastan pay alamazlar, tam aksine kendileri miras kalırlardı. Şöyle ki bir adam öldüğü zaman geride kalan erkekler ölenin karısının üzerine bir elbise örtü ya da atarak ona sahip olmaya hak kazanırlardı. Nisâ suresinin "kadınlara zorla varis olmanız helal değildir." şeklindeki 16. ayeti bu konuyla ilgilidir. Cariyelerin zinaya zorlanması da İslâm öncesi dönemin olumsuzluklarındandır. "Cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın." şeklindeki Nûr suresinin 33. ayeti de bu konuyla ilgilidir. Üç boşamadan sonra evliliğin sonlanması ve iddet beklemek Cahiliye döneminde de mevcuttu. Bu dönemde üvey anneyle evlenmek meşru sayılırdı.
İktisadi hayat
Arap Yarımadası'nda Yemen yeşilliği ile, Yemâme de Mekke'nin tahıl ambarı olması ile bilinirdi. Bu dönemde coğrafi şartlar sebebiyle en çok rağbet edilen hayvan deve ve keçi idi. Mekke tam bir ticaret merkeziydi. Çevrede üretilen mallar buraya getirir ardından çeşitli şehirlere ve hatta ülkelere götürülürdü. Kureyş tüccarları ticaret kafilelerinin mutlaka Dâru'n-Nedve'den yola çıkarır, döndükleri zaman da şehir sakinleri kervanları şenliklerle karşılardı. Bu karşılama adeti İslâm'dan sonra da devam etmiştir. Nitekim Dıhye b. Halîfe el-Kelbî veya Abdurrahman b. Avf'ın gıda yüklü kervanı Şam'dan geldiği esnada Hz. Peygamber Cuma hutbesini okuyordu. Cemaat kervan ulaştığını duyunca gelen malların tükeneceği kaygısıyla camiden ayrılıp kervana doğru gitmeye başladılar. Hz. Peygamber'in yanında kadın-erkek toplam 12 kişi kaldı. Bunun üzerine Cuma vaktinde alışverişin kesilmesi ile ilgili ayet nazil oldu. Arabistan'ın muhtelif yerlerinde ticari panayırların kurulması bir gelenek halini almıştı. Bunların en önemlisi zamanla sözlü edebiyat şaheserlerinin takdim edildiği önemli bir merkez haline de gelen Ukâz panayırıdır.