Balık tutmayı sevenlerimiz zokanın ne olduğunu hemen bileceklerdir. Zoka, balıkların dikkatini çekmek için tasarlanmış yapay bir yem türüdür. Bu yem, balıkları kandırmak için hareket, titreşim, flaş ve renk kullanır. Böylece balıklar zokayı yiyecek sanıp yutarlar. Daha sonra da oltanın başında bekleyen avcının akşam yemeği olurlar. Bu yalancı yem dilimize de bir şeyde fayda olduğunu zannedip şuursuzca o şeye yönelmek, ancak sonrasında hüsrana uğramak manasında "zokayı yutmak" şeklinde deyim olarak geçmiştir. Yani bu tabir hile yapılan ya da tuzak kurulan kişinin oyuna gelmesi durumunu anlatır.
Ahir zamanın zokası da "sorgulamak" kelimesidir zannımca. Neden böyle düşündüğümü kısaca izah edeyim.
"Aklın yok mu be kardeşim?" oltasına takarlar bu "sorgula" zokasını. İlk bakışta bize karşı dostane bir teklifmiş gibi gelen bu cümle, bizi geçmiş birikimimizden, ulemâmızdan koparıp avcılara parçalatacak bir tuzaktır aslında. Ama buna rağmen ilgimizi çeker. Aklımız vardır çünkü bizim. Hem de ne akıl! Öyle bir şeydir ki bu akıl, bizi bizden önce ve sonra yaşamış tüm insanlarla müsâvî kılar. Neticede onlarınki de akıldır bizimki de! İşte bu yüzden "sorgula" zokası bizi kendisine kolaylıkla çeken bir cazibeye sahiptir.
Bu zokayı yutarsanız güven ve selâmet içinde yaşadığınız denizinizden kopuş başlar. Önce boğazınıza takılan kancanın acısıyla kıvranırsınız, yani içinden çıkamadığınız sorular huzurunuzu kaçırır. Sonra denizinizden çıkartılırsınız, yani bin yıllarca, binbir emekle oluşturulmuş müktesebâttan uzaklaşırsınız ve nefessiz kalarak, yani rehbersiz kalarak ölürsünüz, yani "aklıma hangisi yatarsa ona uyarım" der ve savrulur gidersiniz.
Neden böyle olur peki? Çünkü belli bir alt yapıya sahip olmadan tartışmalı konulara dalmak ancak cahillerin işidir ve sonu hep acıklı olmuştur. Ayrıca bu din bize dün gelmemiştir ki her konusunu yeni baştan ele alma ihtiyacı duyalım! Sürekli başa dönmeyi, yeniden başlamayı teklif eden, böylece bizi kısır bir döngüye mahkum eden bu anlamsız yaklaşım, bizi bir adım öteye dahi götüremez. 1400 küsür yıllık bir mazisi olan bu dinin meselelerini uzmanlıkla inceleyip titizlikle hayata tatbik eden âlimlerimizin emeğini yok saymak, sıfırdan, yeni bir din anlayışı ortaya koymak akıl kârı da değildir. Ya da böyle bir çabaya ille de girecekseniz öncesinde en az onlar seviyesinde ilmî yetkinliğinizi sağlamış olmanız beklenir sizden. Sağlamamışsanız onların üretimine tabi olmak en akıllıca seçenektir.
Diğer yandan bu teklifin genelde ya bu işin henüz başındaki ilahiyat öğrencilerine ya da bu konularla ancak kulaktan dolma bilgiler düzeyinde ilgilenen, meşguliyetlerinden dolayı teferruat düzeyinde ilgilenmeleri de mümkün olmayan halka yapılıyor olması dikkat çekicidir. Bu iki kesimin ortak noktası konulara tam bir vukufiyetlerinin olmaması, ancak biraz biraz ilgi-alakalarının bulunmasıdır. Bu yüzden bu zokayı en kolay onlar yutarlar. En kolay ele geçirilen av onlardır.
Bir insanın itikadî konularda neyi ne kadar bilmesi gerektiğini İmam-ı Gazâlî'nin "Kavâidü'l-akâid" adlı eserinden hareketle şu yazıda açıklamaya çalışmıştım. O yüzden burada tekrara düşmek istemiyorum. Bize seviyenize göre hangi bilginin gerekli olduğunu İman-ı Gazâlî'nin bakış açısıyla öğrenmek isteyenler söz konusu eserin özeti mahiyetindeki o yazıya müracaat edebilirler.
Netice olarak söyleyeceğim şu ki, kendi denizimizde huzurlu bir yaşam sürmek varken bu zokayı yutmayalım. İşe sorgulamakla başlamak yerine önce ortaya ciddi bir çaba koyup ilmî alt yapımızı oluşturmakla başlayalım. Bundan sonra da âlimlerimizin görüşlerini incelerken onlara şarkiyâtçılar gibi değil, bir Müslüman gibi yaklaşalım. Onların da meseleler üzerinde samimi gayretler ortaya koydukları ön kabulüyle hareket edelim. Sonra zaten sorgulanması gereken şeylerin büyük oranda sorgulanmış olduğunu, yaşamak isteyene arı-duru bir din anlayışı bırakılmış olduğunu hayranlıkla görecek ve onları elbette rahmetle, minnetle yâd edeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder