2 Aralık 2020 Çarşamba

Turkuvaz Yelekliler ya da İyilik Meleklerinin Vefâ Hikâyeleri


Bu yazıda özellikle salgın sürecinde bu iyilik meleklerinin ne güzelliklere vesile olduklarını sizlere üç tane "Vefâ hikâyesi" özelinde takâtim nisbetinde aktarmaya çalışacağım. Bu hikâyeler belki biraz canımızı sıkan hikâyeler olacak ancak ben hepsinin üzerlerinde uzun uzun kafa yormayı hak eden hikâyeler olduklarını düşünüyorum. Sözlerimin başında yüce rabbimizden hüsn-ü ifade ve hüsn-ü istifâde niyaz ediyorum.

1. Yirmi birinci yüzyılın ayakkabısız çocukları
Ramazan-ı şerifin artık sonlarına doğru yaklaşıyorduk. Açlığın nasıl bir şey olduğunu bu zaman diliminde olanca gerçekliğiyle hissediyor, yoksulların halini hakikaten daha iyi anlıyorduk. Bu hislerle Ramazan ayı boyunca tespit edebildiğimiz ihtiyaç sahiplerinin imkanlarımız nisbetinde hizmetlerine koşuyor, onlara yardımcı olmaya çalışıyorduk. Oruç bize bunu öğütlüyordu çünkü. Biz imsakla başlayıp akşamla bitecek geçici bir açlığa zor tahammül ederken günlerce bu sıkıntıyı çekenler ne yapıyorlardı acaba? Şimdilerde bu soruyu kendimize daha sık sorar hale gelmiştik. Onlara mutlaka bir şekilde yardım etmeliydik, onlar için elimizden ne geliyorsa yapmalıydık. Nitekim yapıyorduk da. Fakat bu koşuşturmaca içinde aynı zamanda bayram yaklaşıyordu ve bayramı en çok çocuklar beklerdi, bunu biliyorduk. Tabiî bazı çocuklar bayramı doyasıya yaşarken bazıları bayram edemezdi, bunu da biliyorduk. Biz de çocuk olmuştuk. Bu yüzden hemen, "Bayramda çocukları nasıl sevindirebiliriz?" diye arkadaşlarımızla istişareye koyulduk. Yaptığımız fikir alışverişlerinden sonra, "Bu bayram bayramlık ayakkabılarınız Müftülüğünüzden" sloganıyla 45 çocuğa bayramlık ayakkabı hediye etmeye karar verdik. Gücümüz buna yetiyordu. Kısa bir süre içinde ayakkabıları alarak her birini güzelce paketledik, süsledik, paketlerin dışına da, "Bayramınız mübarek olsun, sizi çok seviyoruz, lütfen dualarınızda bizleri unutmayın." yazıp dağıtıma çıktık. Ayakkabıları basit bir kutuda vermek de vardı elbet ama onlara değer veriyorduk ve bunu hissetmelerini istiyorduk. Bu paketi ve üzerindeki notu şimdi olmasa da ileride bir gün mutlaka anımsayacaklarını düşünüyorduk. Şimdi her şey hazırdı, artık yola çıkabilirdik. 
Köylere gideceğimiz için çocukların durumlarını az çok tahmin edebiliyorduk, şehirdeki çocuklar gibi her şeyleri tastamam olmazdı onların. Ancak ne var ki Evbakan köyünde karşılaştığımız o sekiz çocuklu ailenin çocukları gibileriyle karşılaşmaya aslında hiç birimiz hazır değildik. Evet, bu çocukların üzerlerinde kollarından sarkan yenlerinden ve uzun geldiği için kıvrılmış pantolon paçalarından anlaşılacağı üzere ya ablalarından ya da abilerinden kalmış olsa da elbiseler vardı bereket; ama ya o ayakları ne olacaktı? Çocukların ayaklarında eski de olsa birer çift ayakkabıları yoktu. O narin, minicik ayaklar aslında yumuşacık, rengârenk ayakkabıları hak ediyordu, hatta bizden de çok hak ediyordu. Çünkü biz ayağımıza bir şeylerin batmasına onlardan daha fazla katlanabilirdik. Fakat bizim değil onların o minik ayacıkları sıcak ve sert taşların üzerindeydi. Belki bazen küçük çakıl taşları ya da dikenler bile batıyordu tabanlarına, bilemiyorduk. Peki annelerinin tüm bunlardan haberi var mıydı? Bu manzara bizi gerçekten derinden sarsmıştı ve esaslı bir muhasebeye sevk etmişti. Doğrusu bu durumla çok zamansız yüzleşmiştik ve geçen bir kaç saniye içinde yüzümüze vuran bu soğuk gerçeklikle hesaplaşmayı becerememiş, iyiden iyiye bocalamıştık. Sonra bir an için yarım kalan işimiz akıllarımıza geldi ve kendimizi toplayıp çocuklara alelcele ayakkabılarını dağıttık. Tam da bu esnada üzerinde çocuklarınkinden daha eski elbiseler olan, buna rağmen çocukları dururken kendisine bir şey almayı asla düşünmemiş olduğu besbelli, saçlarının çoğu ak, biraz da seyrek ve dağınık, fakat dimdik; dimdik diyorsam da biraz yorgun bir adam yaklaştı yanımıza. Bu adam hane reisi olmalıydı. Çünkü ne olursa olsun ayaktaydı, hane reisleri ne olursa olsun ayakta olurlardı. Adam bize yaklaşıp biraz mahcup, biraz duacı, "Allah Müftülüğümüzden razı olsun. Görüyorsunuz, sekiz tane çocuğum var, herhangi bir gelirim de yok. Eğer siz de bu ayakkabıları getirmeseydiniz yukarıda Allah var, onlara bu bayram ayakkabı alamayacaktım. Sağ olun, var olun. Allah devletimize zevâl vermesin." dedi. Adamcağıza çok fazla bir şey söyleyemeden sadece duasına "amin" deyip ayakkabıları dağıttıktan sonra oradan ayrıldık. Biraz yorulmuştuk ama yorulduğumuza değmişti. Çocuklar nasıl da sevinmişlerdi? Hele küçük bir kız çocuğunun Müftülük personelimiz Ali AYDIN hocamıza bir bakışı vardı ki görmeliydiniz. Çok anlamlar yüklüydü o bakışta; "Sizi hiç unutmayacağım amca, ayakkabılar için teşekkür ederim. Turkuvaz yeleğiniz de ne kadar güzelmiş, bu rengi unutmayacağım." der gibiydi sanki küçük, yalın ayaklı o kız çocuğunun bakışları.
Oradan bir an önce ayrılmıştık. Oradan bir an önce ayrılınca orada gördüklerimiz orada kalacak sanıyorduk belki de. Neler görmüştük, neler hissetmiştik neler; biz bayramlık diye almıştık ama bu ayakkabılar o çocukların zaten tek ayakkabıları olacaktı mesela. Bu acayip dünyada bazı çocuklar oyun oynamak için ayrı, gezmeye gitmek için ayrı, bayram için ayrı ayakkabı alabilirken bazılarının hiç ayakkabıları olmuyordu demek ki. Evet, hem de yirmi birinci asrın göbeğindeydi bu ayakkabısız çocuklar. Hani şu -güya- insan haklarının, çocuk haklarının ve medeniyetin zirvesini deneyimlediğimiz, bu haklar ve özgürlükler çağının ayakkabısız çocuklarıydı onlar. İnsan hakları o köye hiç ulaşmamış mıydı yoksa? Ulaştıysa bu çocukların rengârenk ayakkabılarını birileri almış olabilir miydi onlar tam da oynamaya dalmışken? Mesela ihtiyacı olmamasına rağmen yeni ayakkabı alıp eskisini çöpe atan o koca koca adamlar girmiş olabilirler miydi bu çocukların haklarına?
Sorular zihnimize hücum ediyordu, sorular zihnimizde dönüp duruyordu ve şu çarpıcı gerçeklikle yüzleşmemiz gerekiyordu artık: Yirmi birinci asırda yalın ayak gezen çocuklar vardı. Hem de bizim coğrafyanın çocuklarıydı bu çocuklar. O gün ağır bir şekilde bu hakikatle birden yüz yüze gelivermiştik. Minibüsümüz taşlı, bozuk dönüş yolunda sallana sallana ilerlerken hepimiz içimizde gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışıyorduk. Nereye koyacaktık şimdi bu kadar acıyı? Gerçekten dünyada başka ayakkabısız çocuklar da var mıydı? Bunları düşünürken vaktin akşama döndüğünü fark edememiştik bile. Hava çoktan kararmaya başlamıştı. Biz bir kaç düşünceli adam, bozuk dönüş yolunda, eskice sayılabilecek bir minibüsün içinde sallanarak geri dönüyorduk. Ardımızdaki çocukları yoksulluğun pençelerine bırakmanın dayanılmaz ıstırabıyla...

2. Yaşasın! Akşama annem tavuk pişirecek!
Uzunca bir süre cemaatten uzak kaldıktan sonra o gün Cuma namazıyla birlikte yeniden Cuma'ya ve cemaate kavuşacağımızın haberini almıştık. Hemen gerekli hazırlıkları yapıp 60 adet gıda paketi oluşturduk ve önceden tespit ettiğimiz ailelere Cuma namazının kılınmasının ardından dağıtımına başladık. Cuma'ya ve cemaate kavuştuğumuz için rabbimize şükretmemiz gerekiyordu. Dağıtım yaparken ailesini temsilen paket almaya gelen 8-9 yaşlarındaki çocuk merakla paketlerin içinde ne olduğunu sorunca biz de 6'şar tane ekmek ve bir bütün tavuk olduğunu söylemek durumunda kaldık. Bizden bu bilgiyi alan ufaklık hemen sevinçle elimizdeki paketleri alıp, "Yaşaşın! Annem bu akşam tavuk pişirecek!" diyerek sevinçle evinin yolunu tuttu. Bir gidişi vardı ki görmeliydiniz. Evine ekmek götürüyordu. Bir çocuğu sevindirmek hepimiz için gerçekten çok büyük bir mutluluktu ve o gün o çocuğun arından bakarken bunu başarmış olmanın haklı gururunu yaşıyorduk.

3. Uşak'tan Başkale'ye ulaşan bir ses: Lütfen beni de bu hayırlara ortak edin
Salgın süreci boyunca İlçe Müftülüğümüzün gerek Vefa Sosyal Destek grupları bünyesinde yürüttüğü çalışmaların, gerekse de Türkiye Diyanet Vakfı aracılığıyla vatandaşlarımıza yapmış olduğu yardımların sosyal medya hesaplarımız aracılığıyla düzenli olarak paylaşılması toplumsal farkındalık oluşturmaya başlamıştı. Bunun bir sonucu olarak da 22.05.2020 tarihinde, Uşak'ta ikamet etmekte olan, Nuri Yüksel adlı hayırsever Ömerova İmam-Hatibi Arif Sarıhan'ı arayarak, "Hocam, ben burada yardımımı kime, ne şekilde ulaştıracağımı bilemiyorum. Müftülüğünüzün çalışmalarını da sosyal medyadan görüyor ve size güveniyorum. Yardımımı ihtiyaç sahiplerine teslim edilmek üzere size göndereceğim. Lütfen beni de bu hayırlara ortak edin." dedi ve 62 aileye gıda yardımında bulundu.

Hikâyelerin hisseleri
Bu üç hikâye bize şunları söylüyor:
- Bir yerlerde bizim çok basit gördüğümüz şeylere dahi muhtaç bî çareler yaşıyor olabilir. Elimizdeki nimetlere nankörlük etmemeliyiz.
- İnsanlara güzel örnek olarak iyiliği yaygınlaştırmak ve artırmanın yollarını aramalıyız. Bu uğurda çalışırsak işlerimizi kolaylaştıracak birilerinin elbet karşımıza çıkacağını unutmamalıyız.
- Artık bir kısım kimselerin kışkırtmalarından yüz çevirip bu kritik süreç boyunca izin kullanmaksızın memleketi köşe bucak dolaşan din görevlilerimizin gayretlerini görmeli ve onlara teşekkür etmeliyiz.
Ben şahsım adına tüm hocalarımıza teşekkür ediyor ve her birine çok büyük saygı duyduğumu tüm samimiyetimle ifade ediyorum. Bu vesileyle hayatta olanlara hayırlı, uzun ömürler diliyor, vefat edenlere rahmet niyaz ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder