Yazılı ifadenin en güçlü şekli şiirdir. Kendisine şiir yazma kabileyeti verilene gerçekten büyük bir nimet bahsedilmiştir. Zira risâlet penâh efendimiz (s.a.s), "Şurası muhakkak ki beyanda sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de hikmetler vardır." buyurmaktadırlar (Ebû Dâvûd, Edeb 95, 5011). Böylece beyanın en tesirlisi şiir olması bakımından şâir, insanları sözleriyle büyülercesine etkileyen ve hikmetli konuşan kişidir. Tarih boyunca kimileri sözünü yerli yerince kullanıp belâğatın zirvesine ulaşarak insanları adetâ büyülemiş, meclislerde baş köşelere oturtulmuş; kimileri de hesabını veremeyecekleri sözler ederek dünyalık ve ahiretlik akıbetlerini zorlaştırmış, başlarına iş açmış, hatta başlarından olmuşlardır. Tıpkı birazdan kendisinden bahsedeceğimiz Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/ 922) gibi...
Bu efsunlu sanatın en üstün türü naat dediğimiz, sahibi tarafından efendimizi (s.a.s) methetmeye hizmetkâr kılınmış türdür. Yine bir naat olan "Yağmur" şiirini bize hediye eden Nurullah Genç'in ifadesiyle, eskilerin naat yazmayanı şair saymamaları, şiirin bu en ulvî türünde eser verememelerinin büyük bir eksiklik olarak değerlendirilmesindendir. Çünkü söz ancak O'ndan (s.a.s) bahsediyorsa güzeldir, O'nun (s.a.s) semtine uğrayıp gerçek manada güzelleşmeyi beceremeyen sözler yalnız lâf ü güzâftır.
Bu yazıda âşıkların pîri sayılan Hallâc-ı Mansûr'un pek bilinmeyen, -en azından esaslı bir şerh ya da tercüme faaliyetine tabi tutulmamış- fakat nefis bir şiiriyle tanışacak, onun Resûlullah'a (s.a.s) duyduğu muhabbeti fehmetmeye çalışacağız. Eminim bahsettiğim dizelerle yüz-göz olunca sizler de sözün ahengine kapılacak, yeni bir muhabbet-i Resûl vechesi kazanacaksınız. Fakat öncesinde hem tartışmalı bir kişilik hem de bir o kadar etki alanı geniş olan nev'i şahsına münhasır bir zât olması bakımından Hallâc-ı Mansûr'u kısaca tanıtmakta fayda görüyorum.
1. Halcâc-ı Mansûr kimdir?
"Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i Bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.."
Hallâc-ı Mansûr'un hayat hikayesi hicrî 244'te İran'ın Fars eyaletine bağlı Tûr'da başlamıştır. Etkili vaazlarıyla zamanla, "insanların gönüllerindeki sırları alt-üst eden" manasındaki "Hallâc-ı esrâr" unvanını alan bu gizemli adamın etrafında kısa sürede geniş bir takipçi kitlesi oluşmuştur. O da tâ ki idam edileceği güne kadar kendine has üslubuyla kendisinden sonra gelen pek çok gönül ehlini çağlar sonra bile etkileyecek düşünceler geliştirmiş ve bu düşünceleri canı pahasına savunmuştur. Hallâc, hicrî 309 tarihinde dönemin Abbasî halifesi Muktedir-Billâh (ö. 320/932) tarafından idam hükmünün tasdik edilmesiyle Bağdat’ta önce kırbaçlanmış; burnu, kolları ve ayakları kesilmiş, sonra idam edilmiştir. Hatta onu idam edenler bunlarla da kalmamış, başını keserek Dicle üzerindeki köprüye dikmişler; gövdesini yakıp küllerini nehrin sularına savurmuşlar, kesik başını iki gün köprüde dikili bıraktıktan sonra Horasan’a götürerek bölgede ibret-i âlem olsun için dolaştırmışlardır. Hallâc-ı Mansûr'un idam edileceği gün vücudundan akan kanla abdest aldığı ve “Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır.” dediği rivayet edilmektedir.
Peki bu meydana yalnızca "âşık" olmak vasfıyla çıkıp düşüncelerini kendisini dinlemek isteyenlerle paylaşan birisi için böylesine acı bir sonun revâ görülme sebebi nedir? Hallâc'ı idama götüren ana sebep olarak -zâhiren- onun adı anılınca ilk akla gelen, "Ene'l Hakk (Ben Hak'kım)" sözü zikredilse de, fukahânın ekserisinin şathiye (sûfilerin cezbe halinde söyledikleri manasız sözler) dediğimiz bu türlü sözlere hüküm bina etmeyip onları hükümsüz (mühmel) kabul etmeleri -dolayısıyla sahibini cezalandırmamaları-, ayrıca o dönemde ve sonrasında Hallâc’ınkine benzer sözler söyleyen Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) gibi sûfîlere dokunulmamış olması, bu idamın arkasındaki asıl sebebin Hallâc'ın Abbâsîler’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le gizlice mektuplaştığı söylentileri olduğunu; yani kararın daha çok siyâsî bir karar olduğunu akla getirmektedir. Zaten idam fetvasını verdirmek üzere bir araya getirilen fetvâ heyetinden bir kısmının bu yönde fetvâ vermekten kaçınmaları da idam sebebinin dînî bir sebep değil, siyâsî bir kaygı olduğu fikrini güçlendirmektedir.
Hallâc'ın "Enel Hakk" sözüyle ne anlatmak istediği hakkında ise onu savunan İmâm-ı Gazâlî (ö. 505/ 1111) ve Fahreddîn Râzi (ö. 606/ 1210) gibileri onun bu sözle, “Ben Hak’tanım” veya “Ben gerçeğim ve bâtıl değilim.” demek istediğini ya da Hallâc'ın bu sözü Allah’tan hikâye yoluyla söylediğini ve aslında, “Allah, 'Ben Hakkım' diyor.” dediğini ileri sürerek te'vîl yoluna gitmişlerdir. Ayrıca Kuşeyrî (ö. 465/1072), Abdülkâdir-i Geylânî (ö. 561/1165-66) gibi büyük mutasavvıflar onun bir zındık veya mülhid değil velî olduğuna inanmışlar, kendisiyle ilgili suçlamalara katılmamışlardır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273), Ahmed Yesevî (ö. 562/1166), Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) gibi tasavvufun en tanınmış şahsiyetleri de Hallâc’ı ve düşüncelerini benimseyerek Hallâc’ın idealini yaşatacak Hallâcî bir tasavvuf hareketi meydana getirmişlerdir. Tabii ki tüm bunlara ilaveten Şeyhülislâm Ebüssuud efendi (ö. 982/1574) gibi bazı ulemânın, Hallâc'ın idam edilmesini doğru bulduklarını da belirtmemiz gerekiyor.
Hallâc-ı Mansûr'un tam olarak ne demek istediğini kıyamete kadar belki kesin olarak bilemeyeceğiz ancak net olarak bildiğimiz bir şey var ki Hallâc'ın seveni de sevmeyeni de daima olacaktır. Hak ehlinin ahvâlini tatmadan, o alemlerde dolaşmadan onları bi hakkın anlayamayacağımız için böyleleri hakkında en azından kayıtsız kalmanın bizi ehl-i insaftan kılacağını düşünerek yukarıdaki beyitin manasına gönderme yapıyor ve bu bahsi kapatıyorum (Hallâc-ı Mansûr hakkında detaylı bilgi için bkz: Süleyman Uludağ, "Hallâc-ı Mansûr", DİA, İstanbul, 1997, c. 15, s. 377-381).
2. Hallâc-ı Mansûr'un naatı
Bu bölüme başlarken söz konusu eserin naat türü bir eser mi yoksa Allah aşkını konu alan bir eser mi olduğunun maalesef çok açık olmadığını belirtmek isterim. Bu şiirle karşılaştığım "Dîvân-ı Hallâc"ın en meşhur şerhi olan "Şerh-u dîvâni'l Hallâc" adlı şerhe baktığımda da bu konuda açıklayıcı bir kayda rastlayamadım (Kâmil Mustafa eş-Şeybî, Şerh-u dîvâni'l Hallâc, Bağdat, 1974, s. 459-461). Fakat biraz sonra da göreceğiniz üzere şiirin okuyucuda naat türü olduğu hissini uyandırması ve kendilerine danıştığım dostlarımın da bu yönde kanaat belirtmeleri bende bu şiirin naat türünde bir şiir olduğu düşüncesini sağlamlaştırdı. Şayet böyle değilse, şiirin yazıldıktan sonra yazanın değil onu okuyanın olduğunu, bizim de naat niyetiyle okuduğumuza göre bu şiirin -en azından bizce- naat türünde olduğunu söyleyip fikrimi meşrulaştırma yoluna gideceğim. Salt bir tercüme faaliyetinin metne en büyük ihanet olduğunun bilincindeyim. Bu yüzden şiirin tınısını olabildiğince korumak amacıyla eseri latinize ettikten sonra tercümeye tabi tutmak istiyorum. Böylece Arapça bilmeyenlerin de eserin seslerini duyabileceğini düşünüyorum. Bazı kelimelerdeki nüsha farklılıklarını slaş (/) ile göstermeye çalıştım. "Unutmayalım ki aslolan, anlaşılmak istenen metnin dilini öğrenmek için çabalamak, sonra da metinle hem-hâl olmaktır; ancak böylece ele aldığınız bir metnin gerçek manada tadına varabilirsiniz." diyerek nihayet sizi şiirle baş başa bırakıyorum:
"والله ما طلعـــت شمس ولا غربـــت/ غَرُبَت، إلا وحبك مقرون بأنفاســـــــــــــــــس.."
Vallâhi mâ talaat şemsün ve lâ ğarabet/ ğarubet,
İllâ ve hubbuke magrûnun bi enfâsî..
[Ya Resûlullah; Allah'a yemin olsun, güneşin doğup battığı hiçbir gün yoktur ki,
Aşkınla nefes alıp veriyor olmayayım..]
"ولا جلست/ خلوت الى قوم أحدثهـــــــــــــم، الا وأنت حديثي بين جلاســــــــــــي.."
Ve lâ celestü/ halevtü ilâ kavmin uhaddisühüm,
İllâ ve ente hadîsî beyne cüllâsî..
[Oturup konuştuğum/ başbaşa kaldığım hiçbir topluluk yoktur ki,
Onlara senden bahsetmiş olmayayım..]
"ولا ذكرتك محزونا ولا فرحـــــــــا، إلا وأنت بقلبي بين وسواســـــــــــــي.."
Ve lâ zekertüke mahzûnen ve lâ ferihan,
İllâ ve ente bi kalbî beyne vesvâsî..
[Hüzünlendiğim ya da sevindiğim hiçbir an yoktur ki,
Düşüncelerimde ve kalbimde seni bulunduruyor olmayayım..]
"ولا هممت بشرب الماء من عطــش، إلا رأيت خيالا منك في الكاســــــــــي.."
Ve lâ hememtü bi şürbi'l mâi min ataşin,
İllâ vecedtü hayâlen minke fil kâ'si..
[Susayıp su içmek istediğim hiçbir an yoktur ki,
Bardağımda senden bir hayal görmeyeyim..]
"و لو قدرت على الاتيان جئتكــــــــم، سعيا على الوجه أو مشيا على الراسي.."
Velev gadirtü ale'l ityâni ci'tüküm,
Sa'yen ale'l vechi ev meşyen ale'r ra'si..
[Yâ Resûlullah; sana gelmeye güç bulduğum hiçbir an yoktur ki,
Hemen yüzüstü sürünerek ya da yerlere kapanarak sana gelmeye çalışmayayım..]
Sonuç
Hallâc-ı Mansûr mahzâ bir Hak aşığıydı. Evet, belki söylediği sözler ya da siyâsî duruşu sebebiyle tarihin bir noktasında idam edildi ancak bugüne kadar onun yükselttiği muhabbet eşiğini aşacak herhangi bir kimse çıkmadı, belki bundan sonra da çıkmayacak ve Hallâc-ı Mansûr ilânihâye âşıkların yolunu aydınlatan bir kandil olarak "yanmaya" devam edecek. Ülkemizde pek meşhur olmayan bu muhteşem şiir de kim, hangi hissiyâtla okumak isterse ona bir şeyler söyleyecek. Eğer bu şiir bu yazıdan sonra biraz daha bilinirlik kazanır ve zaman zaman okunur hale gelirse, hiç şüphesiz bu da bana yeten bir mutluluk olacak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder