Dram denince en çok, belki de ilk akla gelen sinema İran sinemasıdır. Hakeza İran edebiyatı için de bunu söyleyebiliriz. Bu coğrafya acıyı eserleştirerek yaşatan, onu adeta donduran ve taze tutan bir coğrafyadır. İzlerken sizi onulmaz dertlere sürükleyen, senaristliğini ve yönetmenliğini usta yönetmen Mecid Mecîdî'nin üstlendiği, 1999 yapımlı "Cennetin rengi" adlı film de işte bu coğrafyanın eserlerinden bir tanesidir. Bugün size uzun süre etkisinden çıkamayacağınız bu filmden bahsetmek istiyorum.
Cennetin rengi birkaç dakikalık siyah bir ekranla başlıyor. Böylece filmin ana kahramanı olan görme engelli küçük Muhammed'in dünyasını biraz olsun anlama fırsatını henüz filmin başında yakalayabiliyorsunuz.
Filmde Muhammed, Tahran'daki görme engelliler okulunda yatılı olarak kalmaktadır. Okul yaz tatiline girince herkes gelip çocuklarını alır, o da öğretmeninin yardımıyla saçlarını tarar, en güzel kıyafetlerini giyer ve sabırsızlıkla babasını beklemeye koyulur. Ne de olsa babası gelecek ve onu götürecektir. Ancak Muhammed'in babası, kendisine ayak bağı olacağını düşündüğünden ve böyle bir çocuğa sahip olmaktan utandığından onu okuldan almak istemez. Filmin arka planında talihsizliklerle dolu hayatı akan bu adam, ilk eşi öldüğü için yeniden evlenmeye çalışan, bu yüzden görme engelli oğlu Muhammed'den kurtulmayı amaçlayan biridir. Herkesin ailesiyle gidip Muhammed'in günlerce okulun bahçesinde en güzel elbiseleriyle babasını beklediği sahneler filmin size ilk dokunduğu anlar olacaktır.
Bir süre sonra okula gelerek öğretmenleriyle konuşup onları Muhammed'i almamak yönünde ikna etmeye çalışan baba, sonunda başarılı olamayarak "mecburen" Muhammed'i alıp köye götürür. Köyde onu merhamet abidesi yaşlı babaannesi ve iki küçük kız çocuğu beklemektedir. Küçük Muhammed burada bir yandan çok güzel vakit geçirir, bir yandan da -öğretmeninin Allah'ı hissedebileceğini söylediği için- parmak uçlarıyla Allah'ı bulmaya ve ona dokunmaya çalışır. Çünkü ona anlatacakları vardır.
Burada değinmeliyiz ki Mecid Mecîdî'nin bizi filmde götürdüğü köy çok güzel bir köydür. O, böylece bizlere adeta Muhammed'in hangi güzelliklerden uzak kaldığını anlatmak ister. Fakat öte yandan onu filmin bir bölümünde okula göndererek diğer çocuklardan daha güzel kitap okuyabildiğini, hatta ileride marangozluk bile yapabildiğini göstererek ne olursa olsun böyle kimselerin hayata küsmemeleri yönünde onları cesaretlendirir.
Bu sırada bir yandan yeniden evlenebilmek için görüşmeler yapıp para biriktiren baba diğer yandan Muhammed'den kurtulmanın yollarını arasa da her seferinde Muhammed'i çok seven babaannesi buna karşı çıkmaktadır. Muhammed'e en şefkatli, en merhametli yaklaşan babaannesidir. Bu yüzden babaannesi onun için iyiliğin, güzelliğin, saflığın sembolüdür. Filmin bir sahnesinde aslında renkleri bilmeyen Muhammed'in, "Babaanne, senin ellerin neden beyaz?" demesi onun beyazı güzel şeylerin sembolü olarak öğrenmesinden ve çok ihtiyaç duyduğu yakınlığı en çok babaannesinde bulmasındandır. Ancak en sonunda aradığı fırsatı bulan babası Muhammed'i herkesten habersiz köyden çok uzakta, kendisi de kör olan bir marangozun yanına bırakıp köye döner. Artık gerçekten kimsenin onu istemediğini düşünen küçük Muhammed, bu olaydan sonra kendisini iyice terkedilmiş hissetmeye başlar.
Filmde ciddi manada duygusal iniş çıkışlar yaşayan iki kişi vardır: Birincisi, kimse tarafından sevilmediğini, babaannesinin dahi artık onu istemediği için marangoza gönderdiğini düşünen küçük Muhammed; ikincisi de yetim olarak dünyaya gelen, genç yaşta eşini kaybedip engelli bir çocukla başbaşa kalan, yeniden evlenmeye çalışırken kendisinde bir uğursuzluk olduğu düşünüldüğünden evlenemeyen babadır. Bu iki karakterin de ortak özellikleri Allah'ın kendilerini sevmediğini düşünmeleridir. Bu yüzden zaman zaman bu konuda kendileriyle iç hesaplaşmaya girişirler. İkisinin de yalnız kaldıklarında Allah'a soracakları ortak bir soruları vardır: Allah tüm bunları neden kendilerine reva görmüştür?
Özellikle babasının Muhammed'i marangozun yanına çırak verdiği sahnede küçük Muhammed'in kütüğe oturur oturmaz ağlamaya başladığı ve ustasının, "Aileni mi özledin?" diye sorduğu an çok sarsıcıdır. Muhammed'in burada ustasına, "Hayır, kimse beni sevmediği için ağlıyorum. Oysa bana öğretmenim demişti ki, 'Allah körleri sever.'. Ben de, 'O zaman neden bizim O'nu görmemizi istemiyor?' demiştim." şeklindeki sözleri küçük, yalnız, terkedilmiş, bunlarla birlikte göremeyen bir çocuğun hislerini bize olanca çarpıcılığıyla aktarmaktadır. Küçük Muhammed aslında olup bitenlerin hepsini Allah'a anlatmak istemektedir.
Film birçok İran filminde olduğu gibi oldukça sakin ve doğal bir akışa sahiptir. Öyle ki filmde sessiz geçilen pek çok sahne vardır ve oyuncular sanki kameradan haberleri yokmuşcasına normal hayatlarını yaşıyor gibi bir tavır içindedirler. Burada küçük Muhammed rolünde gördüğümüz Mohsen Ramezânî'nin gerçek hayatta da görme engelli olduğunu belirtmeliyiz.
Son olarak Muhammed'in ölümü ise babasının yine onu bir hışımla alıp meçhule götürdüğü bir esnada olmuştur. Ormanın içindeki tahta bir köprünün üzerinden geçerken atla birlikte nehre düşen Muhammed sularda bir müddet sürüklenmiş, babası o esnada Muhammed'in ölmesini gerçekten isteyip istemediği noktasında kendisiyle bir iç hesaplaşmaya girişmiştir. Sonunda toparlanıp bu düşüncesinden dolayı kendine kızarak Muhammed'i kurtarmaya çalışsa da o çoktan hep konuşmak istediği yaratıcısının yanına uçmuştur.
Filmde en net vurgulanmak istenen mesaj şudur: Kaçınılması gereken Muhammed'in karanlığı değil, babasının içine düştüğü karanlıktır. Muhammed için cennetin rengi ise şefkat ve merhametle özdeşleştirdiği, ona en güzel çağrışımı yapan babaannesinin ellerinin rengi, yani beyaz renktir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder