Dostlar! Gelin dünyanın insanı boğan koşurturmacasından birkaç dakikalığına uzaklaşalım ve akibetimiz nice olur, böyle nereye koşuyoruz, bu yol nereye çıkar, bir mısra üzerinden âşık gözüyle biraz düşünelim. Ne dersiniz?
Âşık edebiyatının en büyük şairi sayılan Karacaoğlan, dünyayı nitelerken şöyle söyler: "Sultan Süleyman'a kalmayan dünya..". Her ne kadar Karacaoğlan burada Kanûnî Sultan Süleyman'ı kastediyor olsa da "Süleyman" denince bizim aklımıza iki Süleyman geliyor; birincisi peygamber olan Süleyman (as), ikincisi padişah olan Kanûnî Sultan Süleyman hazretleri.
Bu iki zatın hayatlarında da bizim için dikkat çekici benzerlikler ve büyük ibretler var. Önce Süleyman (as)'a bakalım: Allah ona peygamberlik ve hükümdarlık bahşetmiş (Neml 27/16), ilim verip onu diğer insanlardan üstün kılmış (Neml 27/15), cinleri ve rüzgarları emrine tahsis etmiş (Sebe 34/12), hayvanlarla konuşabilme yetisi vermiş (Neml 2716), o da bunlara karşılık rabbine yönelen güzel bir kul olmuştur (Sâd 38/30). Fakat tüm bu nimetlere rağmen dünya Süleyman (as)'a kalmamış ve vakt-i merhûn geldiğinde o da diğer insanlar gibi teslim-i ruh eylemiştir (Sebe 34/14).
Bir de Kanûnî Sultan Süleyman hazretlerine bakalım: Allah ona da cihan padişahlığı ihsan etmiş, devlet onun döneminde en geniş sınırlarına erişmiş, hazine dolup taşmış, Avrupa "Kanûnî" denince sağdan hizaya geçer hale gelmiş fakat dünya bu Süleyman'a da kalmamış ve Zigetvar seferinde iken, 30 Eylül 1566’da o da rahmet-i rahmâna vâsıl olmuştur. Netice itibariyle güçlerinin azametiyle tüm dünyaya nam salmış iki Süleyman da şimdi aramızda değil. Aklımıza hemen Pir Sultan Abdal'ın dizeleri gelmez mi? Gelir elbette, buyrun:
"Hümâ kuşu yere düştü ölmedi,
Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı..
Dedim yâre gidem, nasip olmadı,
Ağlama gözlerim, Mevlâ kerimdir.."
Yeri gelmişken Kanûnî'nin vasiyetinden de bahsetmemiz icap eder. Rivayet odur ki Kanûnî Sultan Süleyman hazretleri bir gün, "Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına sarkıtın, vasiyetimdir." der. Etrafındakiler cezaze merasiminin adetine uygun olmayan bu isteği duyduklarında, "Efendim, biliriz bir hikmet vardır elbet bu sözünüzde ammâ bağışlarsanız neden böyle istediniz merak eder, sormak isteriz." derler. Kanûnî de bunun üzerine, "Elimi tabutun dışına çıkarın ki, koskoca cihan padişahı Kanûnî bile bu dünyadan elleri boş gidiyor, görsünler." diye mukabelede bulunur. Bu vasiyet gibisine bir de Kudüs'ün fatihi, haçlı ordularına diz çöktüren büyük komutan, Selahaddin Eyyûbî hazretlerinde rastlıyoruz. Onun da şöyle dediği söylenir: "Ben öldüğümde bir adam tutun. Bu adam eline bir mızrak alsın ve ucuna kefenimi assın. Kudüs sokaklarında dolaşıp insanlara şöyle haykırsın: 'Bakın bu Kudüs fatihi Selahaddin Eyyûbî'nin kefenidir. Bu dünyadan bundan başka bir şey götüremiyor. Bakın ve ibret alın!'"
Benzer bir tavrın mimariye yansımış halini Edirne Selimiye Camii'nde görmek mümkün. Şöyle ki, Kanûnî'nin oğlu Sultan II. Selim (Sarı Selim) bu camiyi yaptırırken camiye bir de hünkâr mahfilinden geçilen, yalnızca bir kişinin sığabileceği bir oda yaptırıyor. İstiyor ki tek penceresi olan ve sadece caminin önündeki mezarlığa bakan bu odada padişah zaman zaman tefekküre dalsın ve kendi nefsine, "Han da olsan, padişah da olsan ölüm var, unutma!" desin. Ne var ki kendisi o muhteşem mabedin bitişini bile göremeden vefat ediyor ve bu hakikati hakka'l yakîn müşahede ediyor.
Yunus Emre hazretlerinin tüm söylenenlere şamil şu dizeleriyle konuyu toparlayalım:
"Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti,
Nice han, nice sultan, tahtı bıraktı geçti..
Dünya bir pencereydi, her gelen baktı geçti.."
Dostlar! İşte geldik, konduk ve göçüyoruz. Burası vakti doldurduktan sonra kalınamayan bir misafirhane gibi hepimiz için. Zengin, fakir hepimiz aynı kefeni giyecek, aynı mezara gireceğiz. Amellerimizi aynı terazide tartacaklar. Han da olsak, padişah da olsak, Sultan Süleyman da olsak; ismimiz, cismimiz meçhul sıradan bir kul da olsak bu böyle olacak.
Allah güzel konup güzel göçenlerden eylesin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder