6 Aralık 2020 Pazar

Benim Ölümüm

Bir mezarın başında gibiyim sanki. Namaz kılınmış, cenaze kabre konulmuş, gerçekten acı çekenler ve ortamın tüm kasvetine rağmen sanki ölüm onlara hiç gelmeyecekmiş gibi, evet bundan gerçekten bihaber bir vaziyette cenaze defnedilirken sohbet etmekten çekinmeyenler; herkes, ama herkes gittikten sonra bir ben kalmışım gibi kabrin başında.
Etrafta hiç ses yok, el ayak çekilmiş. Biraz önce bizi buraya kadar takip eden hocaefendi de telkin verip ayrılmış. Sadece zaten her zaman orada olan kuşlar ve artık mezarlıklara dikilmesi kanıksanmış çam ağaçları var etrafta. Rüzgar sanki beni teselli etmek istiyormuşcasına yüzümü ve saçlarımı okşuyor şefkatle. Bana başsağlığı diliyor. Bir cenazem var bugün. 
Toprağın üzerinde su gezdiriyorum şu mavi ibriklerden biriyle, bildiğim duaları okuyarak. Görebildiğim zararlı otları temizliyorum. Biraz ağlıyorum.
Sonradan kabrin başındaki, yerine daha sonra bir mezar taşı konacak olan tahtaya isim ve ölüm tarihini kaydediyorum. Ansızın geldiği için ölüm, bu geçici bir araç. Önceden vaktini, saatini bilebilseydik şayet mermerden; üzerinde ismimizin soy ismimizin olduğu, hatta belki geride kalanlara ibret olsun diye bir de beyit yazdırdığımız güzel bir mezar taşı yaptırırdık elbette.

"Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selâm olsun,
Bizim için hayır dua, kılanlara selâm olsun.."

İbretle bakan gözler için bu baş tahtası bile ölümün birden, hazırlık yapamadan, hiç beklemediğimiz bir anda, hiç haber vermeden geleceğini hatırlatıyor bize.
Toprağın altında çaresiz kalanı düşünüyorum. Nelerle karşılaşacak, dili dolanacak mı, açılacak mı, rahata mı erdi şimdi yoksa ıstırapta mı? 
Çocukluğumu düşünüyorum; köyümüzü, arkadaşlarımı, üzerine çıktığım ağaçları, dolaştığım kırları, top oynarken yırtılan dizimi, taşınmalarımızı, o gün tahtaya çıktığımda mahcub oluşumu, her yeni başlangıçta beni çevreleyen utangaçlıklarımı, uzak kaldıklarımı, camide ilk kamet edişimi, minareden aşağı taş atarken her seferinde köyün bekçisinin bizi yakalamaya çalışmasını, ama yakalayamayışını, konuşmak isteyip de konuşamadıklarımı.
Her dönüm noktasında beni ayrılıklara boğan o kapıları hatırlıyorum. Sonra annemi; her insanın en aciz zamanında ilk aklına getirdiğini yani. Ailemi. Sonra efendimizi (s.a.s). Medine'ye gittiğimiz o kutlu günü. Mescidin yeşil kubbesini gördüğümde içimin pır pır oluşunu, yeşil halılarda namaz kılışımı, kimseye anlatamadıklarımı ona anlatışımı. 
Bir mahcubiyet kaplıyor içimi; acaba orada olacak mı, olacaksa beni görmek isteyecek mi, sancağının altında toplanabilecek miyiz, bana da "kardeşim" diyecek mi, hep duymak istediğim; bâd-ı sabâdan her sabah getirmesini dilendiğim o şefkat dolu sesiyle?
Nasip olacak mı tüm bunlar ben mücrime?
Hepsi bu kadar hatırlayabildiklerimin.
Hala mezarın başındayım.
Sanki kendimi gömüyorum.
Bekliyorum, bir mezarın başında.
Keşke tüm kötülüklerimi gömebilsem, tüm günahlarımı.
Ölmeden önce ölebilsem.
Ermeden önce erebilsem.
Alnım açık, yüzüm ak, gönlüm pâk bir şekilde...

"Aciz olup yatanda,
Melekler girende,
'Rabbin kimdir?' diye soranda,
N'eylerim Allah'ım?"

2 yorum:

  1. Kaleminize sağlık değerli hocam..
    Bizleri alıp ruhumuzun derinliklerine götürdünüz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eyvallah. Bu bloğa girilen ilk yorum oldu, ayrıca teşekkür ederim :)

      Sil