Salgın süreci bize rutine şükretmeyi öğretti. Öğretti diyorum çünkü pek çoğumuz bunu unutmuştuk. Rahat rahat nefes alabilmenin, sorunsuzca işimize gidebilmenin, ceza yeme endişesi olmadan bir yerden başka bir yere seyahat edebilmenin, arkadaşlarımızla musafaha yapabilmenin, sarılabilmenin ne büyük nimetler olduğunu hakkıyla tefekkür edemiyorduk.
Bizce bunlar zaten hep olan şeylerdi ve olmalıydı da. Hafta sonları çıkıp gezebildiğimiz için Allah'a şükretmemiz icap etmiyordu, maskesiz dolaşabildiğimiz için kimseye teşekkür etmemiz gerekmiyordu.
Bir sohbet meclisinde oturmak, namazda omuz omuza durmak üzerinde çok da düşünülmesi gereken şeyler değildi. Ne dostun tabutuna omuz verip, cenaze namazına katılıp onu dostu son yolculuğuna uğurlayabilmek hamdedilesi bir durumdu ne de eve geldikten sonra ardından Fatihâ'lar, Yasin'ler okumak için toplanabilmek.
İşte şimdi bu gafletimize bakıp bütün zorluklarına rağmen içinde bulunduğumuz ânın ve artık sahibi olamadığımız diğer imkanların -hiçbirini küçük ve değersiz görmeden- şükrünü eda etmeye çalışma vakti. Kim bilir, belki de şu perişan hallerimizle yaptığımız şükürler bir azap gibi üzerimize yapışan illetin izalesine vesile kılınır...
"Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size niçin azap etsin? Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir." (Nisâ 4/147)
"Her lütfuna, ihsânına,
Şükür yâ Rab, şükür yâ Rab!
Kur’ân’daki beyânına,
Şükür yâ Rab, şükür yâ Rab!
Pâdişâh-ı lemyezelsin,
Hem ebedsin, hem ezelsin,
Mutlak anlamda güzelsin,
Şükür yâ Rab, şükür yâ Rab!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder