Başlarken: İlk defa bir yazım bir dergide, hem de güzel Edirne'mizde yayın hayatını sürdüren Evlâd-ı Fâtihân'ın 9. sayısında[1] yayımlandı. Benim için bu şehir de, bu dergi de ziyadesiyle anlamlı. Bu yüzden işe buradan başlamak mutluluk verici. Bana bu fırsatı tanıdığı için Doç. Dr. Mustafa Şentürk hocama teşekkür ederim. Kendisiyle Evlâd-ı Fâtihân hakkında yaptığımız söyleşi için bkz: https://www.dunyabizim.com/soylesi/mustafa-senturk-edirnemiz-tarih-ve-kulturel-silueti-rengi-kokusu-bedeni-ve-ruhuyla-drul-islmdir-h41657.html
Evlâd-ı Fâtihân: https://evladifatihanedirne.com/
“Edirne şehri cennet denilse vechi vâr imiş,
Mazhar-ı evsâfı ‘tecrî tahtehâ'l enhâr’ imiş.”
Edirne'li tarihçi Abdurrahman Hibrî’nin 1636-1637 yıllarında kaleme almış olduğu “Enîsü’l-müsâmirîn” adlı eser, kitabın girişinde müellifin de ifade ettiği üzere Osmanlı’da kent tarihi alanında kaleme alınan ilk eser olma özelliğini taşımaktadır. Eser bu yönüyle kendisinden sonra aynı kategoride hazırlanan te'lifâta örnek teşkil eden öncü bir eserdir. Ancak bu eseri yazımıza konu edinmemizin asıl sebebi bu değil, böylesine belirleyici bir eserin Edirne’yi anlatıyor olmasıdır. Bu yazıda öncelikle kısaca Abdurrahman Hibrî’yi tanıyacak, ardından “Enisü’l-müsâmirîn”i panoramik bir bakış açısıyla inceleyerek yazıldığı devirdeki Edirne’yi bu kitaptaki yansımalardan seyretmeye çalışacağız.
Abdurrahman Hibrî kimdir?
Edirne’nin tanınmış müderrislerinden Salbaş lakabıyla meşhur Habbazzâde Hasan Efendi’nin oğlu olan Abdurrahman Hibrî, 1012 yılı Zilhiccesinde (Mayıs 1604) Edirne’de dünyaya geldi. Babasına nisbetle Salbaşzâde olarak da tanınan Hibrî, Edirne’de başlayıp İstanbul’da devam ettirdiği tahsilini tamamladıktan sonra mülâzemet (ilmiye sınıfı mensuplarının görev almadan önce tabi oldukları meslekî staj) alarak müderris olmaya hak kazandı. İlk müderrisliğini Edirne’deki Emîr Kadı Medresesi’nde yapmasının ardından sırasıyla 1046’da (1636-37) Dimetoka’daki Oruç Paşa Medresesi’nde, üç yıl sonra Edirne’deki İbrâhim Paşa, 1052 Zilkadesinde (Şubat 1643) Sarâciye, aynı yıl Emîniye, bir yıl sonra Taşlık, iki yıl sonra Eski Camii, 1655’te Üç Şerefeli Medreseleri, 1658’de de Edirne Dârülhadisi müderrisliklerine getirildi. Ertesi yıl vefat eden Hibrî Efendi'nin kabri Edirne’nin Yıldırım semtindeki aile kabristanlığında bulunmaktadır.
Abdurrahman Hibrî Efendi’nin eserleri ise şöyledir: 1. Enîsü’l-müsâmirîn. 1046 (1636-37) yılında yazılmış olup Edirne tarihini konu almaktadır. 2. Defter-i Ahbâr. Osmanlı tarihini anlatan muhtasar bir eserdir. 3. Târîh-i Feth-i Revân. Sultan IV. Murad’ın 1635 yılında yaptığı Revân seferine ve fethine dair olan eserdir. 4. Târîh-i Feth-i Bağdâd. Aynı padişahın 1638’de gerçekleştirdiği Bağdat seferi ve fethiyle ilgilidir. 5. Hadâiku’l-cinân. Muhâdarâta (Edebî, dinî, kültürel bilgilerin aktarıldığı edebî bir tür) dair bir eserdir. 6. Menâsik-i Mesâlik. Hibrî’nin 1632’de gerçekleştirdiği hac yolculuğuyla ilgili eseridir. 7. Riyâzü’l-ârifîn fi’l-ehâdîsi’l-erbaîn. İranlı şair Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Risâletü’l-aliyye fi’l-ehâdîsi’n-nebeviyye adlı kırk hadisle ilgili Farsça kitabının Türkçe tercümesidir.
Enîsü’l-müsâmirîn
Başta da belirttiğimiz gibi “Enisü’l-müsâmirîn” Osmanlı’da kent tarihi konulu çalışmaların ilkidir. Müellif bu eseri yazmaya başlarken Arap ve Acem tarihçilerinin ülkelerindeki ünlü kentler adına özel çalışmalar yapıp durumlarını bildirdiklerini, beldelerin padişahlarını, komutanlarını, bilginlerini, aydın kişilerini ustalıkla anlattıklarını ama diyâr-ı Rûm’da yetişen bilginlerin bugüne kadar böyle bir çalışma yapmadıklarını belirterek eseri kaleme alma sebebini bu yönde bir kitap yazmayı arzuladığı şeklinde açıklamıştır. Bu amaca binâen hazırladığı eserini ise Edirne’nin ve çevresinin fethini, Edirne kalesini, Edirne’deki camileri, eğitim kurumlarını, hanlarını, hamamlarını, nehir ve köprülerini, çevredeki kasabaları, şehrin ulemâ ve mutasavvıflarını, Ertuğrul Gazi’den başlayarak IV. Mehmed’e kadar olan Osmanlı hükümdarlarını, şehrin kadılarını, şâirlerini, Edirne’de meydana gelen ilginç olayları anlatan ve Edirne hakkındaki şiirleri alıntılayan 14 bölümlük bir konu tertibi tutturarak meydana getirmiştir. Burada “Enîsü’l-müsâmirîn”in geceleyenlerin dostu manasına geldiğini ve müellifin eseri gece sohbetlerinde okunması amacıyla yazdığını da söylememiz gerekiyor. Zira bunun bir yansıması olarak eser yer yer olayları hikâye eden bir anlatıma bürünüyor. Yine bu gayeye matuf olarak eserde Edirne’de yaşanan ilginç hadiselere ve ayrıntılara dair müstakil bir başlık açıldığı görülüyor. Kısacası “Enîsü’l-müsâmirîn”, Edirne’yi 14 bölümlük konu düzeniyle geniş bir yelpazede ele alarak bize o dönemin yaşantısını, mimarisini, sosyolojik yapıyı ve topografyayı anlayıp önemli şahsiyetlerini tanıma fırsat veriyor. Eserin hem aynı zamanda iyi bir şair olan müellifin hem de başka şairlerin şiirleriyle ve önemli olayları tarihlendirme amacıyla düşülen beyitlerle müzeyyen bir şekle sahip olması da “Enîsü’l-müsâmirîn”in ilk bakışta görülen bir diğer özelliğidir.
Enîsü’l-müsâmirîn’deki Edirne
“Edirne şehri mi bu yâ gülşen-i me’vâ mıdır?
Anda kasr-ı pâdişahî cennet-i âlâ mıdır?”
Müellifimiz Abdurrahman Hibrî’nin anlattığına göre eserin yazıldığı dönemde Edirne’de 160 mahalle ve 37 köy bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra şehirde Edirne’nin başkent yapılmasının ardından, şu anda Selimiye ile Üç Şerefeli Camii arasındaki bölgeyi kapsayan alanda I. Murat tarafından inşa ettirilen, ileride içinde Fatih Sultan Mehmed’in dünyaya geleceği Sarây-ı Atîk, Sarayiçi mevkiine Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Sarây-ı Cedîd ve bu saraya yakın bir yerde, Tunca kenarında olduğu düşünülen, II. Selim’in yaptırdığı Mamak Sarayı olmak üzere Osmanlı eseri üç adet saray mevcuttu. Ne yazık ki şairin yukarıdaki dizlerde cennet-i âlâya benzettiği o saraylardan hiçbiri şu anda bütünüyle ayakta değildir.
“Bir görecek câmi-i şâhânedir,
Şehr-i sadef ol dürr-i yekdânedir.”
Hibrî şehirdeki 40 adet camiden bahsederken bu camilerin 10 tanesinin sultanlar tarafından yaptırılan selâtîn camiler olduklarını vurgular. Bunların içinden Selimiye’yi anlatırken, “Bu caminin yeryüzünde benzeri yapılamamıştır. İç ve dış mekânları o kadar iç açıcı ve ferahlatıcıdır ki bir eşi ancak cennet-i me’vâdadır.” der, sonra da bu cami hakkında yazılan birbirinden güzel beyitleri sıralar. Yine müellif camilerin anlatıldığı bölümde Sultan II. Bayezid Camii’nin yanında bulunan değirmenden ve su dolabından, Muradiye Camii’nde semâ yapan dervişlerin şerbet içmeleri için konulan musluklardan bahseder ki bunlar günümüze ulaşamamışlardır. Yalnızca başkentlerde bulunan, içinde şehzadelerin sünnet düğünleri ile elçilerin karşılandığı esnada boyunlarına altın tasmalar takılıp gezdirilen aslanların bulunduğu aslanhâne ve şehrin ortasında bir yerde olan, içinde sultana ait bir filin yaşadığı filhâne ise Hibrî’nin eserinde bahsettiği, ancak İstanbul’un payitaht oluşuyla İstanbul’a taşınan yapılardan iki tanesidir. Edirne’nin meşhur besili tavuğu ile yüksek meblağlarla çekirdeği için satın alınacak kadar güzel olan kayısısı da müellifin dikkatini çeken ancak el-ân mevcut olmayan, Edirne’nin zamanla yitip giden güzelliklerindendir.
“Esti cân bağına bâd-ı ıtırsây-ı Edrene,
Feyz-i rûh etti fezây-ı cân fezây-ı Edrene.”
Abdurrahman Hibrî’nin verdiği bilgilere göre o dönemde Edirne’de 24 medrese ve 3 Darü’l-kurrâ bulunmaktaydı. Bu açıdan şehirde yaygın bir eğitim faaliyeti olduğundan söz edebiliriz. Eserde kaydedilen diğer bilgilere göre o vakitlerde şehirde 20-30 civarında zâviye ve 18 tane han, 22 tane hamam, 160’tan fazla çeşme ve 17 tane sebilhâne mevcuttu. Dolayısıyla Edirne’ye dışarıdan gelen misafirler şehirde hiçbir zorluk çekmeden esenlik içinde konaklayabiliyorlar, karınlarını doyurabiliyorlardı. Hibrî’nin verdiği bu malumât dönemin kurumlarını görebilmemiz açısından çok kıymetlidir. Şehir hakkında tüm bu anlatılanlardan gözlerimizin önüne oldukça mamur; bütün müesseseleriyle ayakta, halkının hizmetinde olan, gayet modern bir şehir gelmektedir.
“Edirne gibi bir şehr-i dilârâ,
Bulunmaz gerçi âlem içre ammâ,
Ahâlisi fakir oldukları için,
Hedâyâsı olur elbette ayvâ.”
Hibrî bu bilgilerin yanı sıra zaman zaman Edirne halkının günlük yaşantısından da bahseder. Onun aktardıklarına göre Edirne halkı kendilerince meyve-sebze yetiştirmeye çalışan, fakat kış mevsiminde maruz kaldıkları taşkınlar sebebiyle çok defa bahçeleri bozulup talan olan fakir bir halktır. Hibrî’ye göre halkın fakirliği biraz da batıya yapılan seferlerin yoğunluğu sebebiyle tarım alanlarının sürekli olarak bozulmasından kaynaklanmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi o dönemde yetişen ürünler arasından en meşhuru Edirne kayısısıdır. Lakin müellif son zamanlarda bu kayısıdan “hastaya şifa için olacak kadar dahi” bulunamadığından yakınır. Ayrıca bir de şehre gelenlere hediyelik olarak sunulan şehrin meşhur gül suyu vardır ki müellif kokusunu misk-i ambere benzetir. Eserde Edirne’de yetişen tadı ve kokusu güzel sarı ayvalardan da söz edilmektedir. Hibrî bunlara ilaveten Edirne’lilerin yazları Havsa ve çevresindeki ılıcalara 100-200 civarında kadar arabayla gittiklerini ve oradaki zaviyelerde üç gün boyunca konakladıklarını kaydeder. Ahalinin hangi ılıcalara gittiği, nerede ve kaç gün konakladıkları eserde detaylarıyla uzun uzun anlatılmaktadır. Ayrıca müellif Edirne ahalisinin belirli vakitlerde himmet ehli zâtların türbelerine yaptıkları ziyaretlere de değinerek eserinde yer vermiştir.
“Yahyâ efendi hazret-i ol pîr-i muhterem,
Kim âsumâna ermiş idi kadr-ü rif'ati.”
Eserde Edirne’de yaşamış önemli şahsiyetlerin de anlatıldığını söylemiştik. Bunlardan ünlü Fakih ve devlet adamı Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmed’in hocalarından Hocazâde, Şâir ve devlet adamı Müeyyedzâde, Şeyhülislâm ve Tarihçi İbn Kemal Paşa, Şair Hayâlîzâde, Şeyhülislâm Yahya Efendi gibileri akla ilk gelenlerdendir.
Eser Edirne’de vuku bulan ilginç olaylar için ayrı bir bölüm açmış ve burada müellif tarafından bazı enteresan hadiseler anlatılmıştır. Bunlardan bir tanesi Sultan Mehmed’in 1411’deki vefat etmesinin ardından bu haberin Şehzâde Murad’ın sancakta olması sebebiyle askerden 42 gün boyunca gizlendiği olaydır. Anlatıldığına göre Sultan Murad’ın şehre ulaşması ve tahta oturması beklendiği için vefatının ardından padişahın iç organları çıkartılıp gömülmüş, askere de padişahın hasta olduğu söylenmiştir. Ancak asker bir müddet sonra padişahı görmek isteyip huzursuzluk çıkarınca padişahın özel doktoru olan Kürt Ozan lakaplı hekimin tavsiyesiyle cenazenin bulunduğu oda iyice karartılarak ölü padişaha elbise giydirilmiş, cenaze tahta oturtulmuş ve arkasına da ellerini hareket ettirmesi için biri konulmuştur. Askerlerin yaşlılarından birkaç tanesi huzura girip padişahın tahtında oturduğunu görünce “padişah hasta olduğu için” çok fazla eğleşmeden dualar ederek huzurdan ayrılmışlardır. Böylece olası bir karışıklığın önüne geçilmiştir.
Bir diğer olay 1446’da Sultan II. Murad’ın tahtı oğlu II. Mehmed’e bırakmasının ardından yeniçerilerin isyan etmeleri olayıdır. Edirne’nin Buçuktepe mevkiinde vuku bulan ve II. Mehmed’in ilk saltanatından uzaklaştırılmasına sebep olan bu hadise tarihteki ilk yeniçeri ayaklanmasıdır. Bu isyan II. Murad’ın tekrar tahta oturup yeniçerilere buçuk oranında zam yapmasıyla son bulmuştur. Bundan sonra o mevkiinin adı da Buçuktepe olarak kalmıştır.
Edirne kadılarından Mevlana Sait Efendi’nin başına gelen olaysa hem çok az insanın karşılaşabileceği türden bir talihsizlik hem de bir hayli tuhaflık barındıran garip bir olaydır. Her şey miladi 1630 senesinde adı geçen kadının Edirne’ye tayin edilmesiyle başlar. Bu tayinle birlikte Edirne’nin tüm mahallerinin geceleri 1 ay boyunca taşlandığı söylenir. Öyle ki halk sabaha kadar sokaklarda tüfekleri ve sopalarıyla nöbet tutmak zorunda kalır ancak taşları kimin attığını hiç kimse bulamaz. Taşların nereden geldiğini bir türlü anlayamayan halk, olayı cinlerden bilir ve bu olayın ardından kadının lakabı “cinci kadı” olarak kalır. Fatih Sultan Mehmed’in etrafında kümelenen birkaç hurûfînin dönemin Şeyhülislamı Mevlana Fahreddin Acemî’nin fetvasıyla karşı karşıya kaldıkları acı akıbetin detaylarını ise meraklılarına bırakıyorum. İlgilenenler bu yazıyı hazırlarken esas aldığım Yrd. Doç. Dr. Ratıp KAZANCIGİL çevirisinin 159. sayfasına müracaat edebilirler.
Görüldüğü gibi “Enîsü’l müsâmirîn” alanı itibariyle oldukça mühim ve ilginç bir kitap. Edirne’li bir âlimin müşahedelerini barındıran ve alanında kaleme alınmış ilk eser olması hasebiyle kültür tarihimizde kendisinden sonraki tüm üretimin ilham kaynağı olacak şekilde konumlanan böylesi önemli bir eserin Edirne’den bahsediyor olması ise tarihte Edirne’nin önemini bir kez daha gözler önüne seriyor. Her Edirne hayranı ve tarih meraklısı için de geriye yalnızca bu güzel eseri okumak kalıyor.
[1] Evlâd-ı Fâtihân, Edirne, Ekim 2020, sayı: 9, s. 42-44
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder