3 Aralık 2020 Perşembe

Oyun Oynayalım Mı Baba?


"Oyun oynayalım mı baba? Sen şu arabaları al, ben de bunları, yarış yapalım. Hadi babacığım, sonra da saklambaç oynayalım, yakalambaç bir de, olur mu?"
Böyle başlıyordu bütün cümleleri son birkaç senedir ve genellikle, "Oğlum, şimdi biraz işim var, sonra oynasak?" cevabını işitiyordu. Bazen itirazlar, "hayır, olmaz!"larla karşılık veriyordu, bazen de "tamam babacığım" diyerek, ama içten içe bu cevabı verip uslu bir çocuk olursa birazdan babasının geleceğini düşünerek köşesine çekilmeler, bir ümit göz ucuyla babasının odasını izlemeler, sonra dayanamayıp -sonra dedimse 10-15 dakika sonra- yeniden gelmeler, "Oyun oynayalım mı baba? N'olur oynayalım, n'olur.." demeler.
Belli ki onun minicik kalbi ayrılığa en fazla bu kadar dayanabiliyordu, onun küçük dünyasında bizi birbirimizden ayıran tüm işler en fazla 15 dakikada bitmeliydi. Bir türlü sonu gelmeyen okulları, okunacak kitapları, hele uzun yolculukları ve yazları köyden ayrılmaları zannediyorum bu yüzden hiç sevmiyordu. Çünkü bunlar bir türlü bitmiyordu. Ama kavuşamalara, sarılmalara, sevgi sözcüklerine bayılıyordu.
Her ne kadar eskiden beri kolay kolay hayır demeyi beceremesem de reddetmenin ne kadar ağır bir karar olduğunu baba olup küçük bir çocuğu reddetmek zorunda kaldığımda anladım. Bir dakika önce tüm şirinliğiyle karşınızda duran o çocuk, reddedildiği anda birden solup dalından düşecek bir yaprak gibi boyun büküyor, içine kapanıyor, güzel gözlerine hemen bir hüzün çöküveriyor. Fakat bir yolunu bulup babasıyla oyun oynayabilirse eğer, işte o zaman da sapsarı saçlarıyla sanki evin çiçeği; eve bahar geliyor o an, kışın ortasında bir bahar.
Çocukluğu insanın en saf, en temiz hallerini üzerinde izlediğimiz bir aynaya benzetiyorum. O ayna ki bize büyüdükçe içimize attığımız, gizlemeye çalıştığımız ya da unuttuğumuz hisleri olanca açıklığıyla gösteriyor. Bazen o aynaya bakarak temizlik, masumluk ve sahicilikle aramızın ne kadar açıldığını görebiliyoruz. Adam gibi üzülemiyoruz bile, "lütfen biraz daha kal" diyemiyoruz, sarılamıyoruz birbirimize mesela. Sarılırsak ayıplayacaklarmış gibi geliyor. Ayıplıyorlar da.
Bir şekilde bunları yapmayı başaranlarsa bunları bir çocuk gibi her zerresiyle hissederek yapamıyor. Ya birbirinden kaçırılan gözler, ya "bunu da anlayıversin işte"lerle geçiştirilen, bayağılaştırılan sohbetler eşlik ediyor bize. Saatlerce oturup birbirimize esaslı bir şeyler söyleyemeden kalkıveriyoruz. Ve tüm bunlar olurken her an biraz daha uzaklaşıyoruz dünyadan, yeniden konuşmaya fırsat bulabilme ihtimallerimiz azalıyor, ölümler geçiyor pencerelerimizden. Salâlar okunuyor minarelerden gün aşırı, "onun adını söylemesinler" diye dua ediyoruz her defasında. Ama bunu bilsin istemiyoruz. "Biraz daha uygun zamanlar" kolluyoruz konuşabilmek için. Bulamıyoruz.
Hâsılı bir çocuk gibi içtenlikle sevemiyoruz. Ayrılıklar bize onlara dokunduğu kadar dokunmuyor ve uzun gelmiyor büyüdükçe. Onların kurduğu cümleleri kuracak kadar zaten cesur değiliz. Birbirimize hadsiz, hudutsuz sevgimiz var evet, ama bundan bahsetmek istemiyoruz. Biraz utanıyoruz sanırım. Güç bela "ben de seni özledim" derken kızaran yanaklarımızdan belli oluyor bu. Cesaretimiz çocuk olmayı unuttukça kırılıyor.
İşte bunlar yüzünden baba olduğumdan beri insanlara içlerindeki çocuğu hesaba katarak yaklaşmaya çalışıyorum. Hani o reddedilince üzülüp köşesine çekilen, içtenlikle yaklaşıldığında sizi sizden ziyâde seven çocuğu düşünerek. Üzüldüğünde ne kadar canının yandığını belli edemeyen insanlar vardır belki, ya da sevildiğini öğrenmeden sevdiğini söyleyemeyen, birileri ona sarılmadan sarılamayan insanlar. Ben de pek yapamıyorum bunları zaten. Ama o çocuğu düşünerek hareket etmenin işe yarayacağına inanıyorum. 
Evet, işte böyle. Çocuklara bir de böyle bakmaya ne dersiniz? Cesaretinizi toplayıp insanın en berrak halini görmek için Cenâb-ı Bârî'nin aynalarına bakın. Kendi halinizi onlarla mukayese edin ve aradaki mesafeyi kapatmaya çalışın. Onlar gibi içten, hisli, merhametli, sevgi dolu olabilmenin yollarını arayın. Yani en duru halinize dönmenin yollarını...
...
Bu arada, şimdi dört yaşındasın. Bugün senden bahsettim. Büyüdüğünü görebilirsem eğer, belki de bunları birlikte okuyabiliriz.
Oğlum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder